MeoEdebiyat - Kısa Öykü Blog
MeoEdebiyat - Kısa Öykü Blog Pic.Source: "Stove" by PaulWeber @deviantart.com

MeoÖykü - Sıcacık Bir Kış Gecesi

 Kış ve ailenin sıcaklığını özleten, karda sütlü kahve tadında bir öykü sizler için. Özlem, kavuşma, aile ve baba içeriklerine sahip öykümüzü okurken yukarıdaki şarkıyı dinleyebilirsiniz. Lütfen yorum, paylaşımarınızla bizlere destek olun. Sevgilerle, Mehmet Şentürk.

Sıcacık Bir Kış Gecesi

  Haftanın sonunun gelmesiydi biraz olsun uyku, biraz dinlenme ve biraz da müzik yeni kışın beyazının şehre serilmesiyle. Murat hiç de sevmedi bu devasa ışık çöplüğünü ama annesi vardı, geleceği vardı, umutları vardı. Çalışmalıydı hiç de gerek duymadığı bir şekilde. Yorulmak zorundaydı saatlerin tıkırtıları arasında klavye tuşlarının ve insanın yüzünü yakan o LED ekranların parlak gürültüsünde.

  Annesinin Cuma günleri yaptığı o tavuk çorbası bu kar havasının tek güzel yanı olacaktı, hemen evi aradı, “Annem, gülüm şu tavuk çorbandan yapsana ya, çok canım istedi” dedi. “Hemen yapayım, yavrum yanına başka bir şey ister misin? Yollar da kapanacak gibi dikkatli git gel e mi?” cevabını alınca ana yüreğini ferahlatması gerekiyordu, “Yok anne, unuttun mu arabam evde zaten taksiyle geleceğim karlı yollar diye almadım zaten,” diyerek bu işi de halletti. Annesinin artık yaşı geçtikçe unutkanlığı da baş göstermeye başlamıştı. Henüz net bir teşhisi olmasa da duymaktan çok korktuğu sonuçlar çıkmasın diye annesinin doktora gitmeme inadına asla karışmıyordu, şimdilik.

  Saatler sonra eve vardığında, minicik bir eski masada, şahane bir beyaz çatı manzarası eşliğinde önünde nane taneciklerinin üzerinde yüzdüğü o müthiş kokuyla eline kumandayı alıp haberleri izlemeye karar verdi. Haberlerde haliyle kışın en yoğun programı olan kar ve yol durumu vardı, genç bir spiker ve birkaç muhabir heyecanla hafta sonuna doğru bastıracak olan karın birkaç gün önceden sürpriz yapmasını tarif ediyordu. Bolu Abant kavşağından bir muhabir canlı yayına bağlanarak yeni başlayan tipi ve kapanan yollar hakkında İstanbullulara bilgi vermekle meşguldü. Çorbasına kaşığını düşüren annesi aniden kulak kesildi televizyona, donmuş gibi bir hali vardı, ağzından fısıltı şiddetinde “Baban, iyi mi acaba? Allah korusun,” cümlesi süzülüvermişti. O kışın ve hayatının en büyük çığının beyninde düşüşüne şahit oluyordu Murat, büyük bir şaşkınlıkla, “Anne? Hayırdır, babama bir şey olmaz merak etme cennetinde o şimdi, değil mi?” diye sordu. Annesi aniden ve konuyu saptırmak için olsa gerek, “Ee, evet oğlum” diyerek mutfağa gitti.

  “Çay koymaya gittiysen koyma anne, kar havasında hep yaptığımız gibi sütlü kahve içmek istiyorum, lütfeeen!” diye bağırdı mutfağa doğru. Birkaç dakika daha içeriden ses gelmeyince, mutfağa su almaya bahanesiyle boş su bardağıyla girdiğinde annesi usul usul ağlıyordu. “Anne,” diye sarıldı dağ gibi duran o kadının bu üzgün haline dayanamayıp, “n’oldu, annem sana?” diyebildi. “Bilmediğim bir şey mi geldi aklına acaba?” diye sorsa da annesi daha çok ağlıyordu, azar azar konuşmaya çalıştı ve uzun uzun konuştu.

  “Oğlum, yaşlanıyorum ve kendimi kaybediyorum farkındasın, unutmaya başladım, unutuyorum ama unutamadığım ve unutmak istemediğim bir şey var. Senin de öğrenmen gereken.” yutkundu tam onda hıçkırıklarla karışık, “Baban aslında cennette değil, yavrum,” burada birkaç dakika sessizlik oldu, pişmanlık vardı annesinin sesinde, “Seni sevdiği için sana zarar vermemek adına senden kaçması gerekiyordu, kaçtı da.”

  Henüz olanların hayal kırıklığı, öfkesi ve tüm duyguların o çorbasında annesine de her ne olursa olsun kıyamayan Murat, sakinliğini korudu, yıllardır yaptığı gibi, “Anne bi’ sakin olur musun?” dedi, annesine sarılarak, “Ne demek kaçtı? Hayal mi görüyorsun, iyi misin canım annem?” diyebildi. Annesi ise sakinleşiyordu ve her zaman yaptığı gibi göçmenlerin giydiği o rengarenk patiska kıyafetinin iç kısmına diktiği gizli cebinden bu kez çocukluğundaki gibi harçlık değil de bir kâğıt çıkardı, sararmış, solmuş ancak üzerinde eski bir mavi yazı beliriyordu, Murat’a uzattı, “Al dedi, bu babanın sana mektubu. Ben ölünce vermeni istemişti ama dayanamıyorum artık,” diyerek mutfaktan zorla da olsa çıkıp gitti.

  Mutfağın bir köşesine yığılıp kalan Murat, elleri titreyerek ama büyük merakla o beyaz kat kat olmuş kâğıdı açtı. Kısa ve öz bir yazıydı:

“Oğlum, beni umarım bir gün anlar ve hak verirsin ve o gün ben de ölmüş gitmiş olurum. Sana veya annene zarar vermemem gerekiyordu, yaptığım işin doğası gereği çok insan gördüm, ölüme beş kala, çok insan öldürdüm caniliğin sınırlarında gezindim, çok yıprandım. Çift kişilikli bir insan olup çıktım, bir yanım vahşi bir yanım sakin. Anneni ve seni o küçük yaşta çok daha yıpratmamak adına, evime, köyüme ve vahşiliğimin doğasında kendime bir yaşam kurup hepinizden kaçmak zorundayım. N’olur beni affet. Ama bir gün neden kaçtığımı gelip yazılarımda okumak istersen de gitmen gereken yer Bolu-Abant yolunda Derdin köyünü bulmak ve oranın muhtarı ve senin büyük amcalarından olan Çavuş Ahmetler ailesini sormak olsun. Onlar veya o köylüler sana evimi, yolumu, mirasımı gösterirler.

Seni çok seven baban, Emekli Binbaşı Soner.”

  Okuduklarına inanamayan Murat aniden yerinden doğruldu ve annesine koştu. Bağır çağır ortalıkta bir aile dramı yaşanıyordu. Onlarca soruya rağmen annesinin ağzını bıçak açmadı! Murat ne sorduysa, sesi artık ağlamaklı hale gelesiye kadar annesi hiçbir şey söylemedi. En son Murat’ın gözlerindeki o üzüntüyü görünce annesi elini Murat’ın omzuna koyarak şunları söyledi: “Baban çok zor zamanlar geçirmişti, ülke dışında çok fazla kötülük gördü. Ancak işleri sakinleşip yanımıza geldiğinde sen daha bebekken sana hiç dokunamadı. Her gece rüyalarında çığlık çığlığa uyanıyordu. Çok korkuyordum artık, kendini başka odalara kilitlemek zorunda kalmıştı. Ve bir gün çekip gitmesi gerektiğini söyledi. Tutamadım, ne kadar yalvarsam da tutamadım. Bize bu evi ve yaşamı bırakıp gitti. Emin ol, ben de ne yaptığını, nerede olduğunu hiç bilmiyorum. Üzgünüm.”

  Murat dışarıdaki soğuk ve donmuş yolları düşünmeden gecenin bi’ saatinde evinden koşarak çıktı, annesinin evin kapısına diz çöküp arkasından bağırmasına aldırmadan arabasını çalıştırıp yola çıktı. Zaten kapanmaya yakın olan yollarda sabaha kadar kah yolda kalarak kah zincir takarak donmuş parmak uçlarıyla İstanbul sınırları dışarısında bembeyaz bir yolculuğa çıkmıştı. Sabah namazına doğru en sonunda mektupta yazan köye giriş yapmıştı. Köyün merkezindeki caminin yanında sabah namazından çıkanların çay içmeye geldiği kahveye girdi. Sıcacık bir çay söyledi. Tüm vücudu yorgun düşmüş, neredeyse masanın üzerine kafası düşecek gibiydi. Telefonunu cebinden çıkardı, annesinden gelen onlarca arama sonrası sesini açtı telefonun, geri aradı ve basitçe “köydeyim, sonra konuşuruz…” diyerek telefonunu kapattı.

  Derdin köyü muhtarı sabah namazından çıkmış, bir çay içip evinin çatısındaki karları temizleye gitmeyi düşünüyordu. Soğuk ve tipiye yakın rüzgarda yürümek o yaşında iyice zorlaşmıştı. Kahvenin önündeki İstanbul plakalı aracı görünce içinden “Hayır olsun,” dedi ve kahveye girdi. Karşı masada sobaya yakın oturan genç irisi bir çocuk gördü, “Selamun aleyküm beyler,” diyerek sobada ellerini ısıtmaya yönelirken çocukla göz göze geldi, anında durumu anlamıştı. O çocuk Soner binbaşının bir gün geleceğini onlarca kez söylediği evladıydı, çünkü yüzü ve sert mavi mavi bakışları birebir Soner’in kopyasıydı. “Genç, günaydınlar. Hayırdır bu saatte, yolunu mu kaybettin yoksa?” diyerek olayı biraz da olsun hissettirmemeye çalıştı, “Merhabalar efendim, mümkünse köyünüz muhtarı veya Çavut Ahmetler ailesinden biriyle görüşmeye geldim. Çünkü babam…” derken gözünden bir damla yaş süzüldü. “Soner’in oğlusun, değil mi sen paşam?” dedi muhtar. “Evet, nereden bildiniz?” şaşkınla ayağa kaldı Murat. Muhtar yerine oturup, bir çay istedi el işaretiyle. “Babanı çok iyi tanırım, uzaktan akrabam olur, büyük insandır, sever sayarız. Dağın yamacında küçük bir tarlaları vardı, orada kulübesindedir. Sabahları ekmek almak için bazen gelir, ava çıkmadığı günlerde…” henüz çayına şeker ekleyip karıştırmadan, muhtar kapıya doğru elini uzattı. Sakalları uzun, boyu posu tam bir emekli asker olan ancak yaşlılığın o olgun görünümüyle elinde sopasıyla kahveye gir adam girdi… Muhtar yerinden kalktı, “Soner Binbaşım, emmioğlum gel, buyur, günaydın” derken gülümsedi. Soner’in henüz bir şeyden haberi yoktu, Murat ise sessiz sedasız olayları izliyor olsa da yüzünü masaya düşürmüş karşıya hiç bakmıyordu. Kafasını kaldırıp karşısında duran adama baktığında, gençlik fotoğraflarını gördüğü o yakışıklı adamın yaşlanmış halini gördü, Muhtara heyecanla baktı, kendisine dönen muhtar biraz daha gülümseyerek, “İşte aslan parçası, baban” dedi gözleri buğulanarak.

  O soba, hiç o kadar sıcak yanmamıştı, o kar hiç o kadar ısıtmamıştı o dağları, o gün orada iki yalnız kader kavuşmuş ve tüm buzlar erimişti. Muhtar o günü hiç unutmadı. Ne zaman kış gelse, ne zaman kar yağsa bir araç gelir sabahları çay içerlerdi baba-oğul her şeye rağmen. Uzunca yıllar boyu…

  Bazen buzların erimesi için yeterince yanmak gerekir!

Meo - 2018
Meoedebiyat Kısa Öykü Blog
'Mehmet Şentürk

Son DüzenlenmePerşembe, 27 Aralık 2018 21:50
(3 oy)
Okunma 4008 defa
Yorum ve görüşleriniz değerlidir. Facebook hesabınız ile yorum yapabilirsiniz.
X

Sağ Tıklama

Sağ Tıklama ve Kopyalama Sitemizde Engellidir.