İsmail hayallerindeki yemyeşil futbol sahasına kavuştuğuna sevinmedi bu kez köy tatilinde, çünkü ne zaman maç olsa o sıra kızlar sokakta oynuyor olur ve İsmail utangaç bir ruh haliyle yanından geçip gitmek zorunda kalıyordu. Tatilinin başlarında Fatma'yla birkaç kez göz göze gelip aklındaki aşk çığlıklarını dizelere dökecek kıvama gelmişken yine bir akşamüst futbol maçına davet edilip her ne kadar istemese de yola koyuldu İsmail, birkaç ev geçtikten sonra hafif kavis alan yolda yolun kıyısındaki büyük bir kütükte oturan kızlara görünmemek için ağır ağır eski çeşme binasının arkasına saklanarak ilerledi. En nihayetinde zorunlu olarak yolun ortasına çıkıp kendini yürürken nasıl gizleyebileceğine dair tek yöntemi başını öne eğmekti, güneşe aşık ve fazla güneş almış bir çiçek gibi. "Maça mı?" dedi incecik ama derinden bir ses, gülen birkaç yüz ama onların ortasında sorunun sahibi bir cennet aynası vardı, insanın yaşamında zamanı bükebildiği o yavaş yavaş ilerleyen zamanların birinde dönüp Fatma'ya baktı. "Evet. Yine maç var." buruk bir tonta olabildiğince gülümsemek ne zordu? Tamı tamına 26 adım daha atması gerekecekti köşe başından kaybolup arkasındaki fısıltılar, gülüşmeler, kikirdemelerin üzerindeki hortlama etkisinin sona ermesi için, saymıştı.
O maçta aklı yol kenarında naif yüzüyle yolun ucuna doğru gizli gizli bakan yüzü çok net bir şekilde aklında canlandırabiliyordu, ta ki ayağının tabanına yediğini sert bir darbeyle yere yığılasıya kadar. Arkadaşı Ümit yalınayak futbol oynarken kendi krampon kadar sert ayakkabısının tabanına vurduğu darbeyle nasıl oluyor da bu kadar acı çektirebiliyordu, maçın bitişi ardından iyiden iyiye acıyan tabanıyla tek ayak eve dönmüştü, hem de acısına rağmen aceleyle yürüse bile kızlar artık sokakta yoktu. Eve gelip kendini yatağına attığında hangisinin baksın olduğuna henüz karar veremiyordu: ruhani güzellikte bir yüzü görememek mi yoksa ayak tabanında şişmekte olan etler mi?
Kapıdan aniden annesi girip "Hadi oğlum, sana Fatmalara gideceğiz dedim ya?" serzenişinde bulunduğuna yaptığı o büyük hatanın farkına varmıştı. Hiç hazırlık yapmadan, iki sayfa bir şey yazmadan (evet, maalesef o zamanlar henüz kısa değildi mesajlar, aksine uzun uzun kağıtlara yazılırdı). Evden bir hışımla çıkıp annesinin peşine seke seke takıldığında, heyecan ve telaşla üzerindeki tişörtü bile ters giydiğini anlaması için misafirlikte çocuklara ayrılan odada kızların birkaç gülümseme üstüne "sırtında bir şeyler yazıyor" demesi gerekecekti.
O gece, o misafirlikte, o ayak ağrısı ile tüm ağrılarının dinebileceğini kimse bilmez, bilemezdi. O akşamın bitiminde, o yıldızlı parlak köy serini gecede tüm sevda ağrılarının başlayacağını da o bilmiyordu. Elbette en büyük aşklar büyük sözlerle başlamaz, büyük utangaçlıklardır en güzel sevdaları köy tozuna bulayan, üzerine yağmur yağsın o çok meşhur yağmur sonrası buram buram koksun diye. Diğer bir ifadeyle, aşk yağmur sevda un olmuş köy tozudur. Gizem, Fatma'nın kuzeni, hızla kenara çekti İsmail'i eve dönerken avlunun karanlığından faydalanarak, "Al şunu, görüşürüz birazdan." diyerek geçiştirdi. Hızla elinize kabarık bir mektup geçerse ne yaparsınız? Hangi bankadan geldiğine bakarsınız bu devirde. Birkaç köy yumurtası çocukluk geride ise o mektup yazının icadının tekrar kutlanıldığı kutsal bir gün, kağıda dönüşmek için eriyen bir ağacın gözünden süzülen kristalize bir damla gibidir. Ne el dokunabilir ne gözde onu aydınlatacak fer. Dünyanın en saçma cümlesini kurmak için biçilmiş kaftandır aşkın saflığı "Ne yapçam bunu ben?" diye fısıldarken şaşkın bir çocukluk. Şaşkınlığın ne kadar tatlı olduğunu bilemeyecek kadar şiddetli cümleler kurabildiğimiz dönemlerde çok iyi etüt ediyoruz bunu halen.
Eve varasıya kadar elbette adım sayacaksın, 140 kadar. Elbette her geçtiğin sapsarı ışığın altında saklayacaksın en değerli varlığını. Korkacaksın hatta! Görürlerse diye. Hayattaki maddi manevi ne kadar değer varsa, yeniden yazacaksın listelerin alt üst. Şimdilerde gece kokan melisalarını doldurduğun odasına ilk girişindeki o koku işte o mektuba süzmüşlerdi tarlarının tamamını. Mektubu açınca anladı İsmail. Orada yazacak her cümle keder değil kaderdi, her özne ben değil bizdi. Köy tatilinin en güzel yanıdır, yorgun argın gece odana çekildiğinde büyükannenin ellerinden çıkmış kocaman yorganların altında sıcacık uyuyadalmak. Evet, köyde yazın yorgan örtecek kadar üşürsün. İsmail ilk kez yorganını üzerine çekemeyecek kadar soğuğa duyarsız, bedeninde yeni yanardağlar, gözlerinde heyecandan örülme birer güneş.