MeoÖykü - Köy Öğretmen Parkı
Öne Çıkan- yazı boyutu yazı boyutunu küçült Yazı boyutu büyüt
- Yazdır
- Eposta
Köyde büyümüş bir çocuk için bazı anılar onu hep köye bağlı tutar. Bu konuyla ilgili bir köy parkı öyküsü bağlantıdadır. Hikayedeki parkın fotoğrafı yukarı bölümde görülebilir, hikayedeki kişiler ve olaylar tamamen gerçektir. İyi okumalar.
KÖY ÖĞRETMEN PARKI
Annesi ve babasından ayrı yaşayan küçücük bir köy çocuğuydu, adı Ede. Büyükannesi ve büyükbabası bu küçük yaşamında sahip olduğu tek özel insanlardı. Özellikle kendisini sevdikleri bu mertebede, daha dört yaşında ilk kez masmavi bir bisiklete sahip olmuştu bile dedesi sayesinde. “Torunum benim,” dedi “öğrenirsin düşe kalka.” Nasıl bir heyecan, Ede tüm çocukluk arkadaşları ve mahalledeki abilerini çağırdı bisiklet kullanma eğitimleri için. Çok sürmedi kışlalık yollarda kontrollü başlayan maceralarının yaygınlaşması. Toz toprak demeden küçük dünyasını büyütmek ile meşguldü şimdilerde 80lerin son Ağustos aylarından birinde, altında mavi renkte bir özgürlük, bir enerji. Bu keşifler için sabahların serinliğinde uyanıyor, ağır ve bembeyaz yorganların altından koşarak kaçıyor sokağa, elinde minicik bir salçalı ekmek yakalayabilirse büyükannesi tutuştuyordu eline. Kah tarla yollarının o traktör tekerleği izlenirde hızla ilerliyor, büyük ve yaşlı bir vahşi armut ağacının altındaki tarlalarına gitmek için kah köy merkezinden kaçarak geçip Aşağı Pınar denilen yeşil bir alana gidiyordu futbol oynamak için. Kendisini oynatmıyorlardı elbette, çok küçüktü henüz, belki maçlardan önce biraz alıştırmaca o kadar. Sadece bisikletine yaslanıp kıran kırana geçen maçları izlerken, diğer yandan çağırıldıkça abilerine bakkaldan bir şeyler alıp getiriyor. Seviliyor da çok. Karayılan diye çağırıyorlar kendisini, sarışın bir göçmen köyünde tenindeki genetik esmerliğin yansımasıydı bu lakabına. Adından daha çok sanını bilirlerdi. Adını unutturan bir o değildi, kimisi Papaz, kimisi Hindi, kimisi Tilki adıyla anılıyordu abilerinin ağzında, kendi isimleri kayboluveriyordu bu neşeli yaz kokulu çayırlarda.
Bir de Susam Sokağı vardı. Yorulunca gezmekten, bulamayınca birçok arkadaşını köy işlerine insanlar dağılırken kaçıyordu sessizce eve. Daha yeni boyunun yettiği kadarıyla televizyonu açabiliyor, başında bekliyordu saatlerce sırf Susam Sokağı izleyebilmek hevesiyle. Sonradan fark etti hangi zamanlarda izlemesi gerektiğini, bazen maçları bile kaçırmak zorunda kalıyordu bu alışkanlığı yüzünden. Ayrıca, evin önünden at arabasıyla tarlaya çalışmaya giden yaşlı bir amcaya mahalle çocukları olarak yardım ettikleri o eğlenceli eylemden bile ödün vermek zorunda kalıyordu zaman zaman. Değiyordu bu özveriye, sayı diye bir şeyler saymayı öğreniyordu; renkleri, eğlenmeyi ezberleye ezberleye. Çok güzel sayabiliyor, hatta akşam yemeklerinde kurulan yer sofrasında dedesinin dizinin dibinde söylüyordu tekerlemeleri, büyükannesi hala “sofrada konuşulmaz oğlum,” derdinde.
Dedesi onun için en büyük adam, kocaman bir adam.. Köyün küçücük evlerindeki kapılara sığmıyor, eğilerek giriyor odaya ne zaman görse. Biraz kafasını kaldırsa alçak köy evinin tavanına değecek kadar uzundu. Adları da aynıymış zaten. Aslında dedesinin adını hiç duymuyordu köy yaşamındaki lakap takılma durumu sebebiyle. Kömürcü diye biliyor dedesini de, “sen kimi torunusun, bakayım” sorusu geldiğince ak sakallı şeker dededen şeker alabilmek adına elini öpmeye koşarak gittiğinde, “Kömürcü’nün torunu,” diyebiliyordu sessizce. Dedesi kömür satma işinde bile değildi, sadece çok daha eski zamanda mangal kömürü için odun ateşi yakılan bir uğraşı varmış büyük büyük dedesi, onu öğrenecekti. “Hay Maşallah,” eşliğinde kafası okşanıp bembeyaz bir akide şekeri düşüyordu avuçlarına iki tane. Hele ki naneliyse, her nefes alıp verişinde sanki ağzının içinde kar yağıyordu. Sonra bir de sakız çok seviyor, içinden karikatürlerin çıktığı sakızlar hele en sevdikleri. Koşarak çıkıyordu bakkalın merdivenlerini ne zaman bisikletini dayasa bakkalın önündeki merdivene. Bakkala uğramadan önce geçmesi gereken bir sınav oluyor ancak, mutlaka Köy Parkına gitmesi gerekiyordu. Rengarenk asma güllerle kaplı bir kapısı olan, odalar halinde sarmaşıkların arasında yemyeşil bir yerde bulunuyor park. Onlarca ağaç, tel örgüyle çevrilmiş yeşil bir cennet bahçesi tazeliğinde duruyordu onurla, köyün merkezinde.
Bu park, köy enstitülerinin ilk örneklerinden, ilk ödevlerinden biri olarak köyün merkezindeki boş bir yere köy öğretmenleri ve öğrencileri tarafından dikilmiş, yıllarca sulanmış ve büyütülmüş onlarca ağaçtan oluşan otuz yıllık bir yerdi. Ağaçları çok büyüyünce, köy merkezinde büyükbaş hayvanların toplanıp güdülmeye gittiği atıl bir merkez olarak kalmıştı yıllarca. Sonradan yeşile aşık birkaç muhtarın dokunuşuyla kullanıma kapatılmış ve daha fazla yeşillendirilmişti. Çok çok daha sonra Öğretmen Parkı olacaktı adı, üzülürcesine anarak köylerinde kapatılacak-yıkılacak okulları ve oradaki öğretmenleri.
Ede için oraya gitmek hem çok eğlenceli hem çok korkutucu bir şeydi. Çocuklar pek giremezdi kahve ortamına, ama park bambaşka oluyordu yaz aylarınca gölge altında dinlenirken yorgun çiftçileri köylerin. Ede’nin de tüm torunlar gibi dedesinin yanına gitmesi gerekiyor, usulca dedesine yaklaşıp diğer dedelerin gülümseyen bakışları içerisinde fısıldaması gerekiyordu, tüm utangaçlığın ve naifliğin birikim halinde “dedee…” diye. Anlaşılıyordu isteği kolayca, her seferinde. Bazen kağıttan bazen madeni paralar düşüyor minik avuçlarına, koşarak kaçıyordu dedelerin arasından, çok seviyorlar ve sorguya çekiyorlardı çünkü hangisi yakalasa. Bu ihtiyatla sarmaşık güllerin arasından göz gezdirdi Ede dedesine, gördüğü anda koşarak yanına gitti ve sarıldı sıkıca.
Bu kez daha kalabalıktı dedesinin ağaç gölgesinde oturduğu insanların sayısı. Mehmet Hoca vardı mesela, tüm abilerinden öğrendiği kadarıyla köyün öğretmeniydi ve köyün de yerlisiydi. Köyü köy yapan tüm eski kalabalığın son demlerinde elinde kalan bir avuç öğrenciyle onlarca daha öğretmen yetiştirmek için çok ciddi bir aile babasıydı her anlamda. Öğrenciler kendisinden korkar ve yeterince saygı duyarlardı. Bunun meyvesini de birinci sınıftan dördüncü sınıfa kadar tek sınıfta aldıkları karma eğitimle olabildiğince alıyorlardı. Mehmet Hoca’nın bakışları kendisine değdiği anda başını eğdi Ede dedesinin kollarını anlatında, “Dayı, ne kadar da büyümüş senin torun yahu,” dedi gülümseyerek. “Büyüdü tabi dayısı benim oğlum,” diyerek cevap verirken dedesi saçlarını okşuyordu Ede’nin. “Çok daha akıllı Maşallah hocam,” dediği anda Ede başına gelecekleri anlamıştı, çünkü ne zaman akıldan dem vurulsa Ede’nin ezberlediği sayıları tekrar etmesi gerekiyordu herhangi bir ortamda. Bu kez iş ciddiydi, hayatın ilk eğitim sınavına girecekti galiba. “Yapma yahu,” derken gözleri parladı Mehmet Hoca’nın, “Say bakalım da dinleyelim paşa,” dedi daha meraklı bir tavırla.
“Bir, iki, üç, dört, beş, yedi-amaan-altı, yedi, sekiz…” diye sayarken yüzündeki kızarma, ses tonundaki kırılma ve avuçlarındaki ter bir daha gelmeyecekti hayatına asla. Ede sonradan daha hızlı bir şekilde saymaya devam etti, nefesi tükenesiye kadar. Büyük şaşkınlık içerisinde kendisine doğru eğilirken Mehmet Öğretmen, elini uzattı kendisine, yanına alıp kucakladı Ede’yi, “Dayıcığım, büyümüş akıllanmış bu paşa,” diye ekledi, “çantayla bodiyesini (önlük) al, önümüzdeki ay gelsin küçüklerle okula.” Son cümleler artık Ede’nin beş yaşına henüz girmeden eğitim hayatına başlayacağının sinyaliydi bu, “Olur tabi hocam, alışsın diğer çocukların arasında,” cümlesiyle kesinleşmişti bir hayal daha. Ede öğrenci olacaktı, siyah önlüklü çocukların arasında ilk kez mavi önlükle gezecekti. Boyunun yarısı kadar çantasıyla ve uzun önlüğüyle koşturacaktı okul yollarında.
“Gelsin bakalım,” diye başladığı okulda, aslında birinci sınıfı da okumuş olacak ve şehre ailesinin yanına gidecekti, henüz birinci sınıfa alınmayacağı bir yaşta ikinci sınıftan ve hep erken yaşama başlayacaktı. Ne kadar geç kalmış olsa da şehrin karanlığına, hep çocuk kalacak, hep büyüdüğü arkadaşlarına kavuşmak için tatillerde köy yollarına koşacaktı. Ne zaman Mehmet Öğretmenini görse, ellerinden öpecek. Ne zaman köy parkında bir yaz gölgesi huzurunda otursa, o günleri dün gibi anacaktı Ede.
Yıllar sonra bir gün, o parka üniversite mezunu bir öğretmen olarak dönecek. Kendisi gibi onlarca genç öğretmenle oturup, parka isim verilmesi konusunda fikrini belirtecekti Ede. Öğretmen Parkı olması gerektiğini belirtecek ve elli yıllık mazisiyle büyümüş kibrit ağacının gölgesinde çayını içerken dinleyecekti tüm büyük öğretmenlerin hikayelerini, öğrencileriyle birlikte. Köyü köy yapan öğretmenleri gibi, şehirden bıktığı bir gün köyüne yerleştiğinde aynısını yapmak için söz vermiş. Buradaki insanları köy parkından, köy okullarından, köy öğretmenlerinden uzaklaştıran sisteme inat, köyüne aşık bir yaşam sürmek için geçirecekti ömrünü, o Öğretmen Parkında.
Meo - Ocak 2016
MeoEdebiyat Kısa Öyküler Blogu
'Mehmet Şentürk