MeoÖykü - Yasak Öpücükler
- yazı boyutu yazı boyutunu küçült Yazı boyutu büyüt
- Yazdır
- Eposta
[Kısa ve gerçek bir aşk öyküsü yazımızda. Keyifli okumalar. Lütfen yorum ve paylaşımlarınızla yenilerine ilham olmayı unutmayın.]
Yasak Öpücükler
Görüşmenin, sevgileşmenin, ellerin ve dudakların her daim birbirine binlerce değişkenli sosyal zindanlarda yasak görüldüğü taşlıklarda büyümüştü Ahmet. Dağlar kadar yalnız, onlar kadar yüksek boyuyla onların kuraklığını sığdırıyordu yalnızlığına. Ancak bir gün gelecek yasak bir tutkunun ne kadar da nefis bir tercih olduğunu kısa süreliğine de olsa yaşayacaktı; henüz bilmese de.. İlk kez çıkıyordu bu topraklardan, bu araziden, bu coğrafyadan. Sabahın kör karanlığına daha yeni çizikler atarken güneş, bir yandan hiç tanımadığı yaşıtlarıyla yolculuk etmenin o garip utangaçlığıyla hiç konuşmuyor, öte yandan yeni ve aklına gelmeyecek kadar uzak coğrafyalara keşfe çıkmanın o narin heyecanıyla yüzü gülüyordu.
Yola dökülmüş bu gencecik göçmen kuşlar arasında birkaç tanıdığı insan olsa da gittikleri yol uzun, uçuşlar meşakkatli, beklemeler ağır, sigaralar sıralı ve ağır valizler hep onun marifetiyle bedeninde yüktü. Çok da umursamıyordu ama yanında her aman düşünceli ve yorgun bir çocuk taşıyordu. Yıllarca masa tenisi maçlarında birinciliklere kadar kendini ispatlamış ancak ailesinin baskılarıyla bir Hindistan kast sistemi edasıyla (ki onunki garibanlıktan, zenginlikten ve statüden ziyade) mecburi mühendislik okulunda koşturma bilgiden bilgi koşarken hayatla yorulmuş ve yoğrulmuş o masum çocuk! Hiç aşık olmamıştı, denemişti oysa ki olamamıştı, oldurulmamıştı. Korkusu hep bundandı. Sosyal kastın henüz sokaklardan silinmediği, aşkların dengini arayan davul beyinlilerle dolu olduğunu çok iyi biliyordu. Arada bir alnına çarpan camın sertliğinde düşünüyordu bunları. Yol boyu araçta, uçakta, trende, serviste müzikle eğlenen gençler arasında bi' o eğlenemiyordu açıkça:
Tüm bu durum farkında olan hocası özellikle laf atıyordu kendisine, üç bin kilometre uzaktaki eğitim ortamına geldiklerinde hocanın dürtüklemeleri de ayyuka çıkmıştı hatta. Samimiyetten olsa da zordu Ahmet için o yabancılığa bir de dil bilmeyişi eklenince ortaya çıkan özgüven yitimi yüzüne vuruyordu. Danslarla, oyunlarla tüm öğrenciler kaynaşırken, onun da utangaçlığı kemiklerinden fışkırıyordu. Yüzüne yansıyor, yanakları kızarıyordu bazen biri yanına oturup başka bir dilde kendisine "Nasılsın?" diye sorsa. Kendini ifade etmeliydi aslında, yapabildikleri, yapabileceklerinin az çok farkında olsa yetecekti.
Durumunun farkında olan kafile hocası kendisiyle aynı odada kalıyor, tüm sosyal etkinliklerde baş yardımcısı olarak onu özellikle çağırıyor. Ahmet de asla saygıda kusur etmeden hocasını kırmadan kaçabildiğince uzak dursa da tüm etkinliklerde başka ülkenin gençleriyle el ele kol kola danslar ediyor, onlara çat pat dil bilgisiyle sorular soruyor, bazen de sessizce atandığı grubun çalışmasında köşede bekliyordu. Bu durumu çok daha iyi sezinleyen biri daha duruyordu odanın kenarında. Hem kendi hocası hem de yabancı eğitmenlerden birinin yardımcısı olan kendi yaşlarında, kendi boylarında ve gariptir ki kendi huylarında bir kızcağız bu durumunu çok iyi sezinlemiş ve Ahmet'e bilerek yaklaşmıştı adeta. Ahmet'in onu fark etmesi ve olan biteni anlaması uzun da süre almamıştı öte yandan. Güzelliğine güzel, neşesine neşe sahibi bir kadın gibi dimdik orada duruyordu genç bir hanım. Ahmet de olabildiğince sade ve utangaç bakışlarla göz gezdiriyordu etrafta. En büyük sorun olan iletişimi de hocası pratik zekayla çocuklarına basit bir telefon uygulaması kurarak, İnternetsiz ortamda bile diller arası çevirileri makine çevirisine olanak sağlayarak çözmüş görünüyordu.
Sözlü iletişimden umudu kesen yabancı eğitmen yardımcısı da bu duruma uyum sağlamış ve bir gün aniden Ahmet'in elinden telefonunu kapmış, menülerinde gezerken çeviri programını hızla açmış ve ona "Sıkılıyor musun, yoksa?" minvalinde bir şeyler yazmıştı. Ahmet'in yanakları kızarmış, yüzünde bir tebessümle telefonunu almaya çabalarken, soruyu görmüş ve bir şeyler yazmıştı. Daha sonra Ahmet'in telefonunun ekranındaki araba resmini gören ve kendisi de araçlara ilgi duyan eğitmen yardımcısı kendi arabasının benzer bir araç olduğu ona göstermek istemiş ve gezmeye çıkmışlardı bir Merkezi Avrupa kırsalının tertemiz doğasında.
Günler geçtikte sohbetler derinleşmiş, Ahmet o kıza gitgide alışmış, onun sahip olduğu ve Ahmet'in bu fakirliği ve ülke şartlarıyla rüyasında bile almayı düşünemeyeceği arabasını kara kalem çizimi yaparak ona hediye etmişti. Bir yandan kızın yaşamına ve özgürlükçü tavrına imrenirken, öte yandan yaşadıklarına üzülmeden edemedi. Yine de duygulanım denilen kıpırtıların onu da şoklaması kısa sürecekti. Elektriklense de pır pır atamayacak kadar taşlaşmış ve ürkek yüreğinin kendi sosyal korkularıyla buluştuğu akşam saatlerinde-hemen uyku öncesi-aynı odasında kaldığı hocasına aniden "Hocam, ben bu kızdan hoşlanıyorum galiba.." diye çıkışlar yapıyor; utangaç sorularını saldırgan bir ironiyle öteleyen hocasının verdiği cesaret ve desteğe rağmen elinden bir şey gelmiyordu aslında.
Dönüş yoluna artık birkaç gün kala, iyiden iyiye günün birçok kısmını eğitmen yardımcısı hanımefendiyle yürüyüşlerde, yemeklerde geçiriyor ve olabildiğince dertleşmeye çalışıyordu Ahmet. Son gecelerden birinde, yine utangaç edasıyla hocasına dönüp, "Hocam! Ben yarın o kızın elini tutacağım," diyerek hışımla yatağında kıvrılıp örtüsünün altına gizlenmişti. Kaçamayacağını bile bile.. Hocası aniden sorgu meleği kesilince, ağzında baklasını tutamayıp o dünyanın en naif ve en güzel taktiklerinden birini yapacağını anlatacaktı: hanım kızımıza sürpriz yapar gibi elinde ne olduğu soracak, kendisinden avucunu açmasını isteyecek ve açılan eli hızla kendi eliyle kavrayıp tutacaktı. İlk duyulduğunda çok komikmiş gibi gelse de bazı insanlara o naiflik öyle yakışıyordu ki; hele Ahmet de öyle güzel durabileceğini herkes tahmin ederdi de. Uzun boylu bir naiflik ona hasıl olmuş, yüzüne ruhunun güzelliği yansımış bir çocuktu ne de olsa. Hatta fazla cesur bile denilebilirdi onun standartlarında.
Pek umudu olmasa da, hocasının ertesi gün eğitim merkezinde çay kahve arayıp bulduktan sonra bahçeye sigara içmeye kaçtığında, elinde telefonla meşgul iken hemen önünden el ele iki genç geçtiğini ve birinin haddinden fazla uzun ve Ahmet'e benzediğini anlayışındaki gülümsemesi de o manzaranın güzel detaylarındandı. Sorun şu ki: son gün, son akşam, son saatler ve son maceraydı oradaki hasıla. Sanki Avrupa kırsalının o dağ köylerinden birinde bir mucize bir saniyeliğine dünyayı daha güzel bir yer yapmış gibiydi. Bile bile.. Ahmet ve Adrianna birbirlerinden ertesi gün ayrılacaklarını bile bile, el eleydiler. Sırf Ahmet'in yüzü gülsün diye. O da biliyordu belki de yasak bir aşkın en enternasyonal olanına düştüğünü aniden. Yine de o gece hocasının odasına gelip mutlu mutlu yatağına girdiğinde, yüzündeki birbirini bırakmış kasların garip hareketleri bile, anlatılmaya veya yaşanmaya değerdi. Ahmet özellikle uzak durmuştu hatta orada, özellikle değer verdiği o hanımefendinin elini tutmanı bile, bir öpücüğün belki de birçok sevdadan daha içten ve güzel olabileceğini inatla herkesin yüzüne vurur şekilde.
Meo - 2019
MeoEdebiyat - Kısa Öykü Blog
'Mehmet Şentürk