MeoEdebiyat - Kısa Öyküler Blogu
MeoEdebiyat - Kısa Öyküler Blogu Pic. Source: "Story" by Vasylissa @Deviantart.com

MeoÖykü - En Gerçek Masal

Öne Çıkan

MeoEdebiyat - Kısa Öyküler Blogu Soruce: Pause Elysium (Official Cloud) Elysium - Fairytale @Soundcloud.com

EN GERÇEK MASAL

   Çok uzun geçtiğini ve sıkıcı olduğunu düşünüyordu ömrünün. Henüz yedi yaşındayken... Hala çok gerçekti tüm aldığı nefesler ve tüm dünyası kocaman bir orman köyünden ibaretti. Yeşildi elbette her yer, ağaçlar fısıldıyordu dalgalanan saçlarına dünyanın tüm güzelliklerini. Orta dünyanın tertemiz kıtalarından birinde insanların henüz birbirini tanıdıklarına çok memnun olacakları kadar birbirlerinden uzakta oldukları bir devirde yaşamaktaydı. 

  Yaşadığı ormanın en benzersiz yanı Hayaller Ormanı adını almasıydı. Tüm köydekiler ve civar köydeki insanlar ömürlerinde bir kez buraya giderek istedikleri bir hayali gerçekten yaşayabilecekleri bir mağaraya gidebiliyor, mağarada bulunan kristal mavisi gölün sularında birkaç gün boyunca baygın bir şekilde uzanıp başka dünyaları ve zamanları keşfe çıkabiliyordu. Uygulama basitti, her birey istediği zaman oraya gidebiliyor, yaşamak istediği yer ve zamanı düşünerek suya dalıyor, belirli bir süre sonra uyanıyordu; kural da çok basitti, kimseye anlatamazdınız yaşadıklarını, yoksa hayalinizde hissettiğiniz kişi kim olduğuna bakmaksınız ölüyordu ve o hissi uykunuzda her gece yaşamak zorunda kalıyordunuz.

  Anda, köyün ileri gelenlerinden yaşlı bir çiftin son çocuğuydu, biraz ilgisiz, biraz sevgisiz ama hep doğanın kendisine verdiği heyecanla büyümüştü. Diğer bir ifadeyle kendini çok büyümüş hissediyordu diğer akranlarına göre. Farklı oyunlar oynuyor, doğayı keşfediyor, ormanın hiçbir kötü ruhlu tanrısından korkmadan karanlıkta ava çıkabiliyor, bu nedenle de anneciğinin köy yollarında kendisini aradığı gecelerde hayvanların yanında uyuma cezalarına çarptırılıyordu. Hayvanlarla konuşabildiğine inandığı için asla şikayet etmedi bu durumdan, durmadan konuşuyordu uyku ile uyuklama arasında gidip gelirken bile. Hayaller Ormanı'na giden yolu göstermesini babasından isteyeceği o büyük gün için planlar yapıyordu. Gözleri parlıyordu her yeni hayal isteği aklına geldiğinde. Acaba geçmişteki çok güzel bir tiginçe mi olmalıydı, yoksa köyünün yerle bir olduğu bir savaşta tek hayatta kalan aileyi kurtaran o ünlü tigin mi olmalıydı? Henüz bilmiyordu ama karar verecekti. Ya prens olacaktı ya prenses...

  Gözlerini kamaştıran güzellikte bir ilkbahar sabahında çatıdaki örtüden sızan ışıklarla uyandı. Bir anda en yakınındaki taya sarıldı, hayvan da aniden yerinden sıçrayınca tam olarak ahırın karşısına savruldu Anda. Sahip oldukları atlardan en yaşlı olan çiftin arasında uyandığında kendisine boş bir ilgiyle bakan iki kocaman yüz vardı karşısında. Annesi duyduğu bu seslerle yerinden fırlayıp çocuklarına koştuğunda hepsinin uyuyor olduğunu fark etti, son olarak Anda aklına gelmişti. Bu kez çok kızmıştı. Anda artık büyümeliydi çünkü çok yorucuydu, hem uyuması hem uyanması hem de aç meyaç ormanda tüm kuralları göz ardı ederek gezişleri. "Andaaa!" diye bağırarak içeri girdiğinde, küçük kız büyük atların kısmında yerde yatıyordu üstü başı pislik içerisinde, "Nedeen?" diyebildi sadece annesi hızla Anda'yı kucaklarken. "Gel şu yüzünü silip bir şeyler içireyim sana, öleceksin yakında aç susuz" diyerek Anda'yı kendi çadırlarını götürdü. Henüz babası sabah avından dönmemişti, sakince yanan gece ateşinin kıyısında eli yüzü silinirken ve tertemiz hale gelen saçlarından sızan damlalarla ateşi söndürme yaramazlıklarına başlamadan kovuldu çocukların oturduğu köşeye.

  Annesi dünden kalma sütü önüne koyduğunda babası içeri girmişti. "Anda, ne oldu yine?" diyerek çok da düz bir şekilde hatırlatmıştı babası da haylazlığını kendisine. "Yok baba. Sadece rüya…" demişti Anda sadece, ama cümlenin içinde geçen 'rüya' kelimesi bile babasının hızla annesine çarparak geçip çadırın giriş örtüsünü çekerek "Sus!" diye bağırmasına yetmişti. Anda yaptığı hatanın farkına varsa bile henüz uyurken gördüğü kabusun daha yeni farkına varabiliyordu. Rüya ormanındakiler için rüya sadece eski şamanların yapabildiği ve artık unutulmuş bir yetenekti, önce de söylediğimiz gibi sadece ömürde bir kez ve uzun süreli bir hayal dışında kimse rüya görmezdi o zamanlar. Anda mı çok özeldi, yoksa çok mu bahtsız henüz onu babasıyla annesi bile bilmiyordu. Birbirlerine bakakaldılar bir süre.

  Ne yapacaklarını birbirlerine soruyor gibiydiler veya ne olacağını hiç bilmedikleri bir durumdu bu. "N'oldu baba?" derken aslında durumun neyle alakalı olduğunu biraz da olsun biliyordu Anda. Rüya görmek yasaktı, o da gördü hem de hayal ormanındaki mağara olmadan bir kuru ot yığını üzerinde. "Hemen gidiyorum" fısıltısıyla hızla uzaklaştı babası çadırdan, Anda babasının doğrudan köyün en yaşlılarından birine bu durumda neler olduğunu sormaya gittiğini tahmin edebiliyordu. Çünkü sık sık çadırlarında beraber yemek yedikleri ve Anda'yı sevmek için illa ki yanına çağıran büyük baba her zaman geçmişten bu türde hikayeler anlatırdı Anda uykulara dalarken erken saatlerde.

  Kısa sürede geri geldi babası belli ki çok daha hızlı koşarak; "Mağaraya girmesi gerekecek, hanım ağa. Başka çaresi yokmuş." İşte bu sözlerin anlamı çok bariz mağarada dilediği bir zaman ve yerde yaşamak için Anda'nın bu seçimi bu yaşta yapabilecek olmasıydı. "Haaaaaa.." diye bağıracakken babasının nefret dolu bakışlarıyla oturdu yerine Anda. "Kızım boğulursun o sularda, sevinmen niye" diye ağlamaya başlamıştı annesi zaten. Anda'nın gözündeki parıltıdan bunu yapmak için yanıp tutuşuyor olduğunu okuyabiliyordular. "Ne zaman?" diye sordu hem gülümseyerek hem de çekinerek, babasından ilgerü denilen güneşin müsaade ettiği anda olacağını öğrendi, yani o günün öğlen saatlerinde.

  Annesine sarılıp, hemen kuru yapraklara kazığı minik beneklere sahip resimlerini-tek varlıkları- kucaklayıp geldi banasının yanına. Babası her ne kadar bunun daha önce çocukların nadiren yaptığı bilinen, ancak henüz birkaç güneş sonrasında geri dönmüş olan hiçbir çocuğun olmadığını büyük babadan öğrenmişti bir kere. "Gel Anda hemen gidiyoruz" derken sesinde ilk kez yüksek bir baba tonu yoktu, aksine sakindi ve usulca sırtına aldı dönüşte yemesi için mağaraya bırakılacak yiyecekleri içeren deri bohçayı.

  "Sakın orada acele etme, sakın geç kalma..." benzeri onlarca söz söylüyordu babası. Hayatında ilk kez babasından üst üste bu kadar kendisine yönelik söz işiten küçük kızın heyecanı yükseliyor, yükseldikçe hiçbir şey anlayamaz hale geliyor. "Ne çok kural var bu dünyada böyle" diye geçiriyordu içinden çocuk avuçlarından bir kenara bırakırken yapraktan yaptığı oyuncaklarını. Çünkü elindeki oyuncakların da yaşayacağı ömürlük deneyim için hiçbir faydası olmayacaktı. Anda tam yorulmaya başladığını hissetmişken ve ormanda en çok bildiği yerlerde dolaşırlarken "Dur" dedi babası, devasa ağaçların bir araya geldiği bir kayalık duvarının önünde durmuşlardı. Birçok kez bu yoldan geçmişti Anda hiçbir farklılık yoktu. Babası çevreyi bir kez kontrol ettikten sonra kayalığının tam ortasında yan yana duran iki ağacın önündeki çalıları hızla temizleye başladı. Anda nedensiz bir şekilde gelip giden var mı diye kontrol ederken karşısında masmavi bir ışık kaynağı belirdi. Artık önemi yoktu gelen gidenin sadece kendisi ve mağara vardı. "İşte Anda burası" derken babasının sesi iyice çatallaşmış, neredeyse titriyordu. Anda'nın mağaraya birkaç adım atmasının ardından, babası sadece 'haydi git' dercesine eliyle ileriyi göstererek biraz daha bekledi ve istemeyerek de olsa mağaranın önündeki çok miktarda çalıyı geri örterek Anda'yı mağara ile baş başa bıraktı.

  Mağara çok büyüktü. Giriş koridorunun birkaç adım ilerisinde masmavi bir mağara gölü uzanıyordu. Mağara tavanında kayalıkların üstüne uzanan ve güneşin yarı yolunu aldığı geniş bir baca vardı. Anda çok iyi biliyordu bunun anlamını, güneş tam tepedeyken mavi sulara uzanacak ve güneşin gözünü aldığı anda görmek istediği hayali fısıldayarak uykuya dalacaktı. Bu hikayeyi onlarca kez dinlemişti büyük babadan. Tecrübeliydi diğer bir deyişle. Anda endişeli bir şekilde her adım attığında güneş biraz daha parlıyordu mağaranın baca duvarlarında ve göl çok daha güzelleşiyordu.

  Şimdiden su birikintisine girmeye alıştırmalıydı kendini. Biraz daha mavinin derinliğini kontrol etmek için yaklaştı ve mağaradaki gölün çok sığ olduğunu, ormandan geçen küçük dereler kadar dahi tehlikeli olmadığını görüp rahatlamıştı. En azından çok daha derin akıntılarda çok kez kendini tehlikeye atmışlığı vardı son birkaç yılda. Tüm bu basit düşüncelerin arasında yüzünü buz gibi kesen, gülümsemelerine donuk bakışlar salan bir soru ortaya çıkmıştı: "güneş birazdan bu havuzun ortasına uzandığında ne isteyecekti?" Ne soracaktı ki? Tanıdığı ve öğrendiği insanların sayısı çok azdı, ormanda gördüğü hayvanların sayısı çok azdı. Sadece birkaç köy dışında bildiği yer adı veya ormanın uzaklarındaki dağlar ve kimsenin ulaştığını bilmese de buzul denizlerini dışında bildiği yerler de yoktu.

  Ayaklarını ılık suyun kenarındaki eşikten sakince suda sallarken daha başka alternatifleri düşünecek kadar kontrolü kalmamışken güneş hızla gölün üzerindeki tavana kadar inmiş ve baca duvarlarından gölün üzerine kaymaya başlamıştı. Anda ne zaman suya girmesi gerektiğini düşünürken hızla gölün üzerinde bir buhar tabakası oluşmaya başladı. Önce ince ve durağan bir katman halinde gölün maviliği güneşin parlaklığında kayboldu ve bembeyaz bir hal almaya başladı. Artık suyun tabanındaki temiz kayalık alan görünmüyordu. Biraz daha suya girip girmeme arasında gidip gelirken Anda güneş tamamen havuzun üzerine ulaşmış ve mağara içerisinde göz gözü görmez hale gelmişti.

  Bir anda suya daldı ve zor da olsa birkaç adım atarak kendini buhar bulutlarının içerisine yatırdı Anda. Su hiç hareket etmiyor, Anda'nın rahatlıkla suyun üzerinde uzanmasını sağlıyordu. Tüm bu aceleye gelmiş rahatlığı içerisinde başını geriye doğru yaslarken aklına henüz gelmeyen hayalini düşünmeden ağzından kaçırıverdi: "En gerçek masal!"

  Söylemişti artık. İstediği en gerçek masalı yaşamaktı. Kendisine anlatılmış onlarca hikayeden, geçmişten gelen o kadar güzel anılardan ziyade gerçek bir masalı yaşamak istiyordu hayatında kendisine hiç anlatılmadığı şekilde. Saçlarının suya değmesi ardından ensesindeki ılık suyun hissi ve soluduğu buhar ile uykuya dalmıştı bile. Anda'nın yaşamındaki en büyük hayali gerçek olmaya başlamıştı. Önce mağara içerisinden damlayan suların sesi geldi. Sonra aynı mağaranın içindeki bembeyaz bulutun içerisinde ayağa kalktığını fark etti, ancak bu kez suyun içine batmıyor üzerinde süzülüyordu. Ve sonra şaşkınlığında gözlerini kırparken aniden çöken bir karanlık vardı!

  Uyandığında başka bir yerdeydi, bu kez rengi mavi olmayan bir su birikintisi vardı ileride, önünde uzanıyordu çok ileriye hem de. Bitmeyen bir su birikintisiydi bu. Üzerinde bastığı kumlar orman zeminindeki çam ağaçlarının sonbaharda serdiği battaniyeye hiç benzemiyordu. Bunların rengi ağaçlara tırmanan sümüklü böceklerinki gibiydi ve köy çamurunu da benzemiyordu. Masal gibi değildi şimdilik, aksine çok farklıydı. Büyük suda çamur renginde büyük dalgalar vardı yoğun rüzgar esiyordu, Anda suyun Tanrısının çok sinirli olduğunu fark etmişti. Arkasında döndü ve ormanın olmadığı aksine rengarenk kayalıkların yan yana dizildiği ve önlerinde küçük çadırların olduğu yabancı bir yer gördü. 

  Biraz ilerleyip bu renkli kayalıkların ne olduğuna bakması gerekiyordu, meraklıydı çünkü ve ne zaman uyanacağını henüz bilmiyordu. Bu nedenle acele etmeliydi, adımlarını daha da hızlandırarak sıcak kumlarda ayaklarını kaşındıran taşları toplayarak ilerledi. İleride bulunan büyük bir ağaç altında oturan bir kadınla erkeği yeni fark etmişti. Ama çok farklıydılar. Üzerlerinde bugüne kadar hiç görmediği türde bir havyan postu vardı ama tüyleri olmayan ve acayip renkli bir biçimde. Yan yana oturmuşlar ellerindeki parlak kaselerden bir şeyler içiyorlardı, önlerinde minik bir ateş. "Henüz soğuk yokken niye ateş yakılır ki acaba?" diye düşünmüştü Anda. Bu arada hızla yürümeye devam ederken onların üzerine doğru gittiğini anlaması için kendisine seslenilmesi gerekecekti: "Hey küçük kız, bu saatte ne yapıyorsun burada? Annenler nerede?" seslerini duyduğunda ürktü ve kendine geldi. Sağa sola baktığında uzayan giden su kenarında kendisinden başka kimse yoktu. Oturan iki kişiden kendisine benzer saçları olan büyük abla gelip "Merhaba güzellik, n'apıyorsun burada?" dediğinde, konuşup konuşmamakta tereddüt etse de "Ben" diyebildi sadece. Kendisine omuzlarındaki kıyafeti serip sarılan ablası yardımcı olarak onu oturdukları ateşin başına getirmişti.

  "Ee, söyle bakalım küçük kız n'apıyorsun burada?" diye nazik şekilde soran ve kendisine sarılan kadına baktı ve sonra "üstü ne kadar acayip, çevre köydeki çocuklardan mı acaba?" diyen ve köydeki savaşçı-avcı abilerine benzeyen abisine bakınca konuşmadan yapamayacağına karar verdi. "Ben Anda" diyebildi. "Anda mı? Ne kadar güzel bir adın var senin, ben de Melek, memnun oldum" deyince kendisine sarılan ablaya 'sen melek misin?' diye şaşırarak sormadan edemedi. "Hayır öyle melek değil, adım melek. Sen ne yapıyorsun burada ailen nere?" diye ekledi ablası. Biraz daha rahatlayan ve konuşmakta güçlük çekmeyen Anda anlatmaya başladı.

  "Ben Anda, Hayal Orman'ından geliyorum, orada Yeşil Ova'nın düzlüğünün bittiği yerde köyümüz var ormanın içinde. Annemler orada beni bekliyor..." ikili hem çok şaşırmış hem de merakla dinliyordu çünkü Anda hiç yüz hatlarını bozmadan ciddi bir ses tonuyla anlatıyordu, "Bizim ormanda yaşayan köydekiler için hayatlarında bir kez Hayal Ormanı'ndaki mağaraya gitme şansı vardır. O mağarada istediğimiz bir hayali yaşayabiliyoruz, ben de mağaraya gitme zamanım geldiği için oraya girdim ve buradayım." diye ekledi. Meraklılık ile şaşkınlık arasında giden çiftten Ahmet, "Peki merak ettiğimden soruyorum, sen neyi hayal ettin?" diyerek biraz da gülümseyerek Melek'e baktı. Melek bu soruya biraz kızsa da merakla dinlemeye devam etti. "Gerçek bir masal" diye fısıldadı Anda sakince, "Gerçek bir masalın nasıl olduğu görmek ve onu yaşamak istedim, burası Masal Suyu Kıyısı mı acaba?" diye sordu. "Yok değil, burası bir sahil kenarı, deniz karşısı da, o büyük suyun adı deniz" diyerek biraz sakinleştirmeye çalıştı Anda'yı Melek. "Tamam da burada masal yok ki nasıl oluyormuş gerçek masallar anlatır mısın biraz." ricasında bulundu Ahmet de aynı sakin ses tonuyla daha fazla kızdırmamak için Melek'i.

  Anda iyice ısındıktan sonra devam etti, "Ben hep ormanda yaşadım, Hayaller Ormanı'nda gezdim çocukluğum boyunca ve ailemin hep uzağında oldum, hiçbir görevim olmadı ailede mesela, ben hep yaramazdım. Hayvanları çok severim birkaç tane arkadaşım da var ormanda. Geceleri ise hep bana masal anlatırdı köyümüzde büyük dede, oradan biliyorum masalları. Büyük ve güzel ablalar varmış senin gibi, onlar da savaşlardan dönecek abileri beklermişler." Ahmet'e bakarak, "yani senin gibi." diye anlatmaya devam etti. "Siz o masaldakiler misiniz? Peki diğerleri nerede?" diye sordu şaşkınlık içerisinde Anda. Melek her ne kadar çok şaşırsa da o kadar kendinden emin bir ses tonu vardı ki bu küçük kızın durum artık ona masalı anlatmaktan geçiyordu.

  Melek de anlatmaya başladı, "Bak Anda, madem masal istedin anlatayım. Biz senin o anlattığın büyük ablalar, prensler ve prenseslerden değiliz. Sadece senin annen ve baban gibi aynı yerde yaşıyoruz o kadar. Burası da bizim evimiz veya köyümüz değil, burası sadece biraz kafamızı dağıtmak için kaçtığımız bir tatil yeri yani geziyoruz buralarda. Bizim de yaşasa-birkaç saniyeliğinde yutkundu, ağlamamak için-senin yaşında olacak bir kızımız vardı adını bile koymamıştık, daha çok küçükken öldü. Onu uzun bir süre unutamadık, hep bizim için çok zor oldu. Her yıl onu kaybettiğimiz zamanlar geldiğinde ben onu büyürken izlediğim bir rüya görürüm ve tam olarak nerede gördüğümü tahmin ederim ve biz oraya tatile gideriz. Çünkü o rüyalarda kızımız hep bana 'bu yıl da yanıma geleceğini ve orada bulunmam gerektiğini' söyler. Bugüne kadar hiç kimse gelmemiş, ya biz yanlış yerlere gitmiştik ya da yaptığımız tatille baş başa kalmıştık. Ve şimdi sen çıkageldin, acaba bu gerçek bir masal olabilir mi?" diyerek bitirdi sözünü.

  Anda daha sıkı sarıldı Melek'e ve ağlamaya başlayan Melek'i sakinleştirmek için hem de çocukluğun verdiği o mutlulukla 'ben senin kızın olurum ama çok yaramazım bilesin' dedi. Gülümseyerek ağlamanın en güzel yanı buydu zaten, o kadar mutsuz bir dünyada o kadar mutlu bir ayrıntı görürdünüz ki gözleriniz buna gülerdi gözyaşlarınızla! Bu da öyle bir andı. "Elbette olabilirsin, yaramazlık da o kadar önemli değil Anda'cım." diyerek şaşkınlığını belirtti Ahmet, her ne kadar çoğu şeye peşin inanmasa da bugüne kadar bu kez inanmak gerekecekti. "Peki, ailen?" diyemeden edemedi Ahmet, sonuçta çocuk ne anlatmış olursa olsun ortaya kayıp bir çocuk vardı. Anda, "Sanırım kısa sürede köyüme döneceğim, sadece hayal ettiğim şey tamamen yaşanmış olması gerekecekmiş" diye şüpheyle konuştu, hemen ekledi "Annemler biliyor mağarada olduğumu zaten beklemezler beni. Sevmiyorlardı ki beni..." diyerek birkaç damla gözyaşıyla Melek'in kendisine daha çok sarılmasına yol açtı. Birbirlerine biraz bakan çift bunun gerçek olmayacak kadar büyük bir hayal olduğunu anlayarak bir şeyler yapmak gerektiğini düşündüler.

  "Gel Anda seni götürelim otele biraz üstünü başını düzeltelim, sorarız en yakın karakola nedir durum diye" ayağa kalktı Ahmet. Anda hiçbir yere gitmek istemiyordu bu kez kendisini çok seven bir ablası, annesi ve masal gibi anlatılan bir öykü bulmuştu ve bunu yaşamadan gitmek istemiyordu. Kafasını 'hayır' anlamında sallayarak Melek'in gözlerinin içine yer yer kırmızıya dönmüş kocaman kahverengi gözleriyle bakakaldı Anda. "Tamam ben gidip bir sorayım durumu madem" diyerek hızla uzaklaştı Ahmet oradan, karanlıkta ağaçların arasından otele doğru giderken Anda endişeyle yerinden doğrulup "Dikkat et, ormanda bu saatte hangi canavarlar olacağını bilemezsin!" diye bağırdı. Ahmet tekrar gülümsedi, "Senden daha tatlı bir canavar yok buralarda, unutma fıstık." dedi. Melek'in yanında tekrar otururken "Fıstık?" diye fısıldadı ablasına, hiç bilmediği gayet iyi anlaşılıyordu. Melek derin bir nefes alıp işinin bu kez hakikaten zor olduğunu fark etti, "Çok tatlı bir orman meyvesi tatlım o, o yüzden sana öyle dedi Ahmet abin. Boş ver sen, anlat bakalım daha fazla detay vermen lazım ki bulalım senin geldiğin yeri." diyerek biraz daha zaman geçirmek için tekrar omuzlarına şalını örttü Anda'nın.

  Meraklılığından hiçbir şey yitirmeyen Anda sorulan soruya hiç umursamadan, "Bu hangi havyandan nasıl bir örtü, nasıl bir post" diye Melek'i tekrar güldürmeyi başarmıştı. "Yok canım bunlar insanların kendi hazırladıkları özel kıyafetler sadece" demesine kalmadan Anda'nın gözleri yine büyüdü meraktan "Demek insanlar yapabiliyor bunları öyle mi? Gerçekten masallarda yaşıyormuşsun melekler gibi..."  diyebildi Anda uzaktaki denize bakarken. "Peki, sen nereden biliyorsun ki melekleri?" diye sormadan edemedi Melek. "Ormandan elbette, hepsi orada yaşıyorlar ya Ay Dede doğduğunda kocaman, sen bilmiyor musun ki?" diye gülümsedi Anda bu bilgisizliğe. Bilmiyordu elbette artık meleklerin ormanlardan kaçıp insanın adım attığı her dünya parçasından daha da uzaklaşarak hayallerde kurulan yeni yerlerde yaşamaya başladıklarını. Bilmiyordu henüz en gerçek masalın arasındaki üç bin senelik farklı. Kime göre neyin masal olduğuydu bu, kimin hangi gerçeği nasıl masallaştırdığının savaşında.

  'Anlıyorum' diyebildi sadece Melek. Bunları düşünmenin ve Anda'nın kafasını daha da karıştırmanın hiçbir anlamı yoktu, belli ki büyük bir travma geçirmiş bir köy çocuğuydu, başka bir mantıklı açıklaması olmamasına rağmen gözlerinin içinde kendi bebeğinde görebildiği bir göz rengi vardı, teni ise tamamen farklı, çok farklı yüz hatları vardı sadece saçları çok karmaşık olmasına rağmen yeni yıkanmış ve maviye kaçan sıvıların içerisinde parladığı bir ilahi şekle sahipti. Melek ona her baktığında farklı bir ayrıntı keşfediyordu. Ayağındakiler mesela dünya üzerinde hiç görmediği ağaç kabuklarıydı, üzerine basmaktan parlamış ve ayak bileklerini saran sarmaşıklarla birlikte hiçbir modern parçaya benzemiyordu. Tüm bu ayrıntıların kafa karışıklığında 'acaba' sorularıyla kendini yemekle meşguldü Melek, Ahmet ağaçların arasındaki patika yolda beliriverdi. "Hanımlar, nasılsınız bakalım?" diye sordu Ahmet ve ekledi, "Maalesef birkaç yere uğradım ama hiçbir kayıp çocuk ilanı bulamadım, otele gittim ve odamızı değiştirdim artık yeni bir misafirimiz var bu gece sanırım." "Haydi kalkalım Anda buradan daha da üşüme biraz dinlenmen lazım," dedi Melek mecburen. Ahmet kendisine şaşkınlık ile sevinç karışımı bir bakış atmıştı ateşi söndürürken diğer yandan el ele sahilde anlata anlata giden ikiliye bakarken. "Hey Allah'ım" derken hafiften başını yukarı kaldırıp bulutlarını yeni dağıtmış gökyüzüne bakmadan edemedi.

  Anda ile Melek önden sahilde yürürken Anda sık sık 'bu ne?', 'şu ne?' gibi sorularla ablasını terletmeye devam ediyordu. Melek halen nasıl bu kadar karanlık bir zamandan gelmiş olabileceğine henüz anlam veremezken, öte yandan Anda'nın kendi çocuğu olarak ilahi bir yerde kendini beklerken hiçbir şey öğrenememiş olabileceğini varsayacak kadar karmaşık duygular içerisindeydi. Otelin bahçesinde havuzun kıyısından geçerken aniden korkmuştu Anda, "Burası benim girdiğim hayal suyu değil mi? Sizde neden bu kadar çok sayıda?" diyerek havuzun kıyısından çekildi. Melek mecburen hep açıklayıp normal hislerine döndürmeye çalışıyordu Anda'yı, "Yok kuzum, onlar normal insanların girdiği sular hayal mağaramız da yok bizim merak etme." Her sorunun bir sonrakine bağlanması da ne kolaydı öyle; "Ee, siz hayal kurmuyor musunuz ömrünüzde bir kere?" diyerek yine ortalığı karıştırdı Anda. "Biz hayal hep kurabiliyoruz, rüyalarmız da geceleri görebiliyoruz zaten" deme hatasında bulunmuştu Melek. 'O zaman hepiniz ne kadar değerlisiniz öyle' diye fısıldadı Anda yürürken havuzun kıyısında, büyük şaşkınlıkla bakıyordu sulara hala.

  Otele yaklaştıkça yabancı sesler kendilerini karşılıyordu. "Nasıl anlıyorsun bu adamları?" demeden edemedi Anda, "Hiçbir şey anlamıyorum birkaç kelime dışında," diye ekledi. Melek daha bir şaşkın halde, "Aynı dili konuşuyoruz onlarla, sen nasıl anlamıyorsun ki..." derken daha da çok şaşkınlık içerisindeydi. Özetle Anda sadece Melek ve Ahmet'i neredeyse tamamen anlayabiliyor, öte yandan diğer sesler büyük ölçüde yabancı geliyordu. Otelin kapısına geldiğinde bu masalsı dünya daha da değişecekti.

  Melek gelmesi için Anda'yı neredeyse zorluyordu, "Bu kayalık içinde mi yaşıyorsunuz siz, mağaranız ne kadar büyük böyle" diyebildi, "Yok bizim evlerimiz hep böyle, kayalık da değil bunlar taştan yapılmış evler," açıklaması ile Anda'nın hayranlığı bir kat daha artmıştı. Anda'yı odalarına götürürken ve uyumadan önce kendisine oteldekilerden giyecek bir şeyler isterken en yakın karakola verilmek üzere fotoğrafını çekmişlerdi. Anda için en acayip deneyim de kendisine benzer bir çocuğu hızla bir parça kabuk benzeri bir şeye çizebilen acayip parlak nesnelerdi. Artık soru sormaktan ve yeni şeyler öğrenmekten çok yorulmuştu, Melek onu duşta tertemiz hale gelesiye kadar yıkarken hiç konuşmadı, her yer farklıydı, her şey acayip. Giydirdikleri kıyafetler çok acayipti, nasıl giyilebilirdi bu kadar doğayı içermeyen şeyler. "Artık uyku vakti biraz dinlenmen gerek yarın seni araştıracağımız yere gitmemiz gerekecek" derken Melek artık onu evladı gibi seviyormuş gibiydi, yatağa önce Melek uzandı, için Anda'ya sarılıp ikili uykuya daldılar, Ahmet içeride bir yerlerdeydi.

  Hayatında hiç bu kadar huzurla uyuyup hiç bu kadar anne sıcaklığı hissetmediğini fark etti Anda sabah kalktığında. Uyandığında kendini hemen yanında izleyen Melek'i gördü, "Merhaba güzel kız," cümlesinin üzerine aldığı öpücük belki de hayatında ilkti. "Şimdi hatırlıyorum," dedi Anda daha uykusundan uyanmadan, "Şimdi hatırlıyorum hayatımda ilk gördüğüm rüyayı!" yatakta havalara zıplıyordu. "N'oldu Anda?" diye soran Melek'i dinlemeden oradan oraya zıplamaya devam etti, ta ki Melek onu kucaklayıp "Anlat bakayım neymiş bu rüya?" diyesiye kadar.

  "Bir küçücük kız görmüştüm ormanda koşuşturan, ahırda çok acele uyandığım için aklımdan tamamen çıkmış şimdi hatırlıyorum," diye devam etti Anda, büyük bir abla gibi anlatıyordu "O kızın peşinden gitmiştim bir nehrin kıyısına, yanımda ormandaki bütün dostlarım vardı," gözleri ne güzel parlıyordu bunları anlatırken, gerçek olamayacak kadar güzel anlatıyordu hem de sanki Melek bebekti de annesi Anda gibiydi, "-Artık vakit gelmedi mi? diye sormuştu bana o küçük kız, etrafımdaki tüm havyanlar da 'evet, evet' diyerek ekliyordular, biliyordum havyanlar da benimle konuşabiliyordu." "Eee," diyebildi sadece Melek. Yeni gün de sürprizlerine devam edecekti belli olmuştu.

  "Ben neden burada olduğumu düşünürken o küçük," şimdi fark etti Anda o kız birebir Melek'e benziyordu, "kız bana bakıyordu gülümseyerek. 'Ben de neyin vakti gelmedi mi?' diye sormuştum onlara, 'gerçek bir masal yaşamanın vakti gelmedi mi bu güzel yaşamında' diyerek bana yaşamam gereken bu zamanları anlatmışlardı" diyerek bitirdi lafını Anda. "Mümkün değil, Anda bu kadarı da hiç mümkün değil!" bunları söylerken Melek'in gözlerinde gözyaşıyla karışık binbir türlü his içiçe geçmiş duruyordu. Çünkü Anda onun kızı değildi, belli ki bu zamanlardan bu yerlerden değildi, kendi kızının Anda'yı göndermesi de olası değildi. Çok karışıktı her şey artık çocuğunun kaybı konusunda çok hassas olduğunu ve bu çocuğun kendisiyle oyun oynadığını dahi düşünmeye başlamıştı. Ahmet yan odadan yanlarına geçip, "Eee, Melek ne yapacağız hayatım bu konuda," derken iyiden iyiye üzülen Melek'in gözlerine bakıp başını 'Hayır' dercesine salladı Ahmet, "Bu kez değil, Melek" diyerek sakince, "Bu kez bu yoldan gitmeyeceğiz, çünkü hep biz kaybediyoruz, hayat bizimle dalgasını geçiyor baksana, gel artık bu kızın ailesini bulalım ve burada bitirelim bu tatili," sözünü daha bitirmeden Anda çok sinirlenmiş "Ben yaramaz bir çocuk olabilirim ama ne dediğimi çok iyi biliyorum, ben o rüyayı gördüm ve mağaraya girmek için seçildim, bugün de gerçek bir masalı yaşamak için buradayım zaten ailemin yanına gideceğim!" diye bağırmakla meşguldü.

  İkili çok şaşkın bir şekilde ne yapacaklarını bilmeden küçücük bir kızın kendilerini nasıl susturduğuna bakıyorlardı. "Tamam, tamam sakin ol," diyerek otelden çıkıp en yakındaki ilçeye giderek bu sorunu çözmek gerektiği konusunda diğer odaya geçerek konuştular. Melek bu kızın buraya gönderildiği konusunda ne kadar emin olduğunu, Ahmet ise bunun nasıl bir psikolojik savaş olduğunun kesin olduğunu birbirlerine anlatamamakla uğraşıyorlardı. En sonunda arabalarına gidip Anda'ya uzunca bir süre arabanın bir taşıt olduğuna inandırmakla geçirdiler sabahlarını. Öğlene doğru yola çıkmışlar, Anda yolda camdan merakla kafasını çıkartıp rüzgar tanrılarına, ormanın tanrılarına teşekkür etmekle meşguldü bu hayal dünyası için. Görülmeye değer zamanlardı bu Melek ve Ahmet için. Melek her cümlesinin ardından Ahmet'e şaşkınlık içerisinde bakıp "Sence böyle bir şey mümkün mü? Baksana her şeyin Tanrılarını ve bilmediğimiz isimleri sayıyor?" diye sordu. Ahmet artık tamamen kafası karışmış aceleyle en yakındaki psikolog veya karakolda bu işi çözmek zorunda olduğunu düşünüyordu.

  Anda kısa sürecek bu yolda, deniz kıyısındaki dar yollarda virajlar arasında ve yeşillik arasında "Ne büyük dünyanız varmış" diye hayretler sunarken artık sakinleşip arka koltuğa oturmak için kafasını içeri aldı ve hüzünlendi aniden. "Biliyor musun," dedi, "O küçük kız bunları da anlattı sanırım bana," Melek aniden kendisine dönüp gözyaşlarını tutamıyor olduğunu fark etti ne zaman kızından bahsedilse, " 'Dünya üzerinde sevilmeden ölen her çocuk için, sevilmeden büyüyen binlercesi var biliyor musun?' diye sormuştu bana o kız," diye ekledi düşünceli bir şekilde, "Melek'in hayatının tek bir gününde kendisine sarılıp uyumasını onu iyileştirebileceğini ve bunun da gerçek bir sevgi masalı olacağını söylemişti bana" diyerek lafını bitirdi.

  Ahmet, Melek'in bu kadar ağlamasından dem vuracakken Anda'ya dönüp, "Lütfen Anda yeter, görmüyor musun sen her o rüyadan bahsettikçe Melek ne kadar üzülüyor," demek üzereydi ki Anda çığlık attı "Büyük arbaaaa" diye. Araba demeyi öğrenememişti daha ama o an için bir çığlık atması yetmişti, Ahmet'in önüne dönüp hızla yokuş yukarı kör bir virajı sert almış o kamyonla karşı karşıya geldiklerini gördüğünde son yapması gereken şeyi ilk kez yapmıştı-direksiyonu yolun sağındaki ağaçlık alana kırdı! Birkaç dal kırığı, birkaç takla attıktan sonra denize epey yakın bir yerde bir ağacın altına düşmüştü kullandıkları araç. Emniyet kemeri takılı olmayan Anda, bağlanmaya karşı çok hassastı çünkü zorluk çıkarmıştı, açık olan camdan savrulmuş bir ağacın büyükçe dalından aşağı yumuşak bir düşüş yapmıştı ancak yeni ve sevgi dolu ailesi için bunu söylemek pek mümkün değildi. Birkaç saniyelik baygınlığın ardından bedeninde hiçbir iz, acı, ağaç kesiği-her zaman düştüğünde olan- olmadığını görünce hemen koşarak arabayı aramaya koyuldu.

  Kendisini getiren arabanın bu hale gelmesi değil, Ahmet ve Melek'in orada öylece kanlar içerisinde uyuyor olması çok kötüydü. "Bu nasıl hayaaaalll!" diye bir çığlık attı, çevrede birkaç kuşu yerinde uçuracak kadar derin bir isyandı bu. Aracın kırık camlarından Melek'i görebiliyordu, "Melek, Melek ablaa?" diyebildi göz yaşlarıyla. Ahmet o anda camın diğer tarafından elini tuttu Anda'nın cam parçalarının kesiklerini avuçlarında hissedebiliyordu Anda, "İyisin değil mi, Anda?" diye sordu Ahmet. Bunun kendi hatası olduğundan çok emindi çünkü Anda, "Benim yüzümden..." diyerek gözyaşlarına boğulmuştu ki, Melek kendine gelmeye başladı. Her ne kadar derin bir düşüş olsa da ağaçlardaki orman Tanrısı kendini feda etmişti bu kez onları kurtarmak için. "Andaaa! Şükürler olsun iyisin" derken Ahmet'e bakıp kafasını iyiyim diyerek salladığını fark etti, ancak ikisi de sıkıştıkları yerden pek çıkabilecek gibi değildiler. "Bu ne biçim masal, neden böyle oldu, ölecek misiniz siz, neden Ormaan nedeeen?" diye ağlamaya devam ediyordu Anda ise.

  Bu kez Anda'nın elindensımsıkı tutma sırası Melek'teydi, "Anda, bu benim yaşadığım en gerçek masaldı zaten. Sana teşekkür ederim," dedi Melek acıyla dolmuş bedenine rağmen. "Sen zaten bir peri gibisin, bizim hiç beklemediğimiz ama hep inandığımız bir masalın baş kahramanısın sen," diyerek ekledi öksürürken kanla karışık, "Bu zaten bir masaldı, başlangıcı kötü olabilir ama çok güzel bir ömür yaşayacağız merak etme sen," dedi. Ahmet artık tüm şüphelerinin, mantıklı sözlerinin buradaki manzarada geçerli olmadığını çok iyi biliyordu, tuttuğu Anda'nın avuçları artık tutulabilir halde değildi çünkü. Sisler sarmıştı aniden Anda'nın her yerini. Melek bunu görüp acele etmesi gerektiğini çok iyi biliyordu, "Asıl masal senin hayatın, Anda, asıl gerçek masal senin bu kocaman yürekli yaşamın, senin rüyanda gördüğün birinin hayatında çok büyük öneme sahip bir mesajı taşıman; bu sevgiyi kucaklayıp hiç konuşamadığımız kızımızdan bize haber getirmen en büyük masal Anda." diyerek ekledi başının dönmesinin katlanılmaz hale geldiği zamanlarda. "Yine gel olur mu?" diyebildi sadece Ahmet'in elini tutmaya başlarken. Çünkü Anda artık iyicen güneş ışıklarıyla sislerin kapladığı bir halde mutluluk gözyaşları döküyordu gördüğü manzara karşısında.

  Islak kayalara değen elini hissettiğinde, Anda aniden doğruldu mavi havuzun içinde. Sisler mağaranın bacasında hızla dağılıyordu. Koşarak havuzdan çıktı ve çalıları elleri kanamasına rağmen temizlemeye başladı, sanırım dileği olmuştu gerçek bir masalı rüyasındaki gibi yaşamıştı. Babası ve annesi kapıda birkaç gündür yaptıkları beklemenin bittiği sevinciyle çalıdan oluşan mağara kapısını açtılar ve çocuklarına kavuşmanın heyecanı ile sayısız kez çocuklarını öptüler-hiç yapılmayagelen bir şekilde. Günlerce hikâyesini ve gördüklerini anlattı Anda, büyük dedesini hiç ama hiç dinlemedi, uyarılara hiç kulak asmadı. Günlerce gecelerce bir rüya daha görüp o mağarayı gitmeyi diledi. Kimse ölmeyecekti çünkü başına gelenleri anlatsa dahi çünkü Melek'le Ahmet orada ölmüşler sanıyordu. Çok da bir şey fark etmeyecek çünkü ölen kişi zaten ilk rüyasına giren minik kızdı. Melek ile Ahmet de hastanede gözlerini açtıklarında ilk sordukları Anda ismi olmuştu. Yani kaza zamanı araçta bulunamayan, Otelde yanlarında oldukları bilinen ama hiçbir başka yerde, kayıtta görünmeyen ve kaza anında orada olup olmadığını kimsenin bilmediği bir kız çocuğu... Günlerce arasalar da hiç bulamadılar Anda'yı. Bir sene sonra rüya da görmedi mesela Melek, artık Anda da gelmeyecek Melek de aramak zorunda kalmayacaktı.

  Bir masal gerçek olmuş, gerçek iki masal yaşanmış o tatilde. Anda da gerçek masallarda yaşadığı hayatına devam edecek ve asla rüya görmeden hayal ettiği her güzelliği geçirdiği ömrü boyunca yaşayacaktı. Yaşadı da zaten, unutmadan güzellikleri, çevresini, sevdiklerini ve kimseden gizlemeden bu sevgisini.

- Son -

[- Darısı Hayaller Ormanı'ndan gelecek başka insanların başına
diyelim madem biz de. Sevgilerimle, Meo.]

Son DüzenlenmeCumartesi, 19 Kasım 2022 02:55
(16 oy)
Okunma 25156 defa
Yorum ve görüşleriniz değerlidir. Facebook hesabınız ile yorum yapabilirsiniz.
X

Sağ Tıklama

Sağ Tıklama ve Kopyalama Sitemizde Engellidir.