MeoEdebiyat - Kısa Öykü Blog
MeoEdebiyat - Kısa Öykü Blog Pic.Source: "Bododur at Midnight" by Iamxp @deviantart.com

MeoÖykü - Ölümsüzlük Virüsü

Öne Çıkan


ÖLÜMSÜZLÜK VİRÜSÜ

 İngilizlerin en çok tanınan Arkeoloji Profesörlerinden biri olan James atalarının açtığı kâşif yoldan ilerleme konusundaki hırsıyla kırk yıldan fazla bir süredir Endonezya’dan çıkamamıştı. Kimselerin keşfetmediği güzelliklerin Budist tapınaklarında bir yerlerde gizli olduğuna dair amansız bir öngörüsü, tutkusu ve heyecanı vardı. Bu heyecanına kutsal uğraşı ve merakıyla eşlik eden rahip Sudarsana, adını aldığı o kutsal rahiplerin arayışlarını yaşamına uyarlamış ancak modern anlamıyla yaşamdan kopmadan tüm Buda öğretilerini birlikte araştırmalar yürüttüğü yabancı arkeologlarla da paylaşmak amacındaydı bunca zamandır. Buda öğretileri, hikayeleri, bilgi ve mutlak gerçeğin arandığı yolda çıkılan tüm merdivenler çoğunlukla bilinen gerçekler olmasına karşın James ve Sudarsana (James’in kendisine kısaca seslendiği haliyle Suda) bundan çok daha öte bir gizemin peşindeydiler birkaç yıldır: Borobudur Tapınağının gizemi.

  Küllerin altından çıkalı henüz 200 sene olmuş, yaklaşık on yüzyıl önce inşa edildiği düşünülen bu kadar büyük ve bu kadar terk edilmiş başka bir tapınak yoktu Endonezya’nın Java adasında. Bu durum da James’in arkeolojik merakı ile Suda’nın kutsalın anlamına gidişi öyküsü için müthiş birer malzemeydi. Suda haftalık ayin görevlendirmeleri sırasında, binlerce ziyaretçi ile Borobudur tapınağındaki bu devasa öykü piramitleri üzerinde yaklaşık 5 kilometrelik yürüyüşlerinde tekrar tekrar merdivenleri aşındırıyor, James ise bu topraklarda geçen onlarca yıla rağmen kendisine karışık gelen bu ruhani öykülerdeki gizemlerin peşinden koşarak kitaplarla taşları aklında yoğurmakla meşgul oluyordu. Günler böylece geçip gidiyor, araştırmalarının Borobudur tapınağı odaklı bölümünde herkesin bildiği gerçekler dışında hiçbir farklı açıyı ne James’e ne de Suda’ya sağlıyordu. Kısaca bu kocaman heykeller ve stupalar dünyasında her yolculuk iki meraklı akıl için de benzer çıkmazların varsayımları dışında yeni ürünler sağlamıyordu.

  Bu şekilde geçen aylar boyunca farklı açılar, yeni kazılar ve rutin işlerin karmaşasında şekillenen eskiye dayanan dostlukları artık daha da içtendi, “Sanırım o aradığımız mutlak gizemin ötesinde bir şey bulamayacağız, dostum Suda” demişti bir gün telefonda James. Sesindeki o yorgun hüzün, yaşlı titreşimler ve yine de çocuksu heyecan Suda’nın hiç bitmemesini istediği türdendi, “Meraklanma James, sen ve ben tekrar geçmişe yolculuk yapacağız, inanıyorum, hissediyorum” dedi. Aralarındaki bu kısa sohbetten yalnızca birkaç gün sonra Suda yaz sıcağından bunalmış onlarca meraklı insanı peşine takmış Borobudur tapınağındaki Nirvana’ya ulaşma öyküsünün anlatıldığı piramit şeklindeki tapınağın kenarlarında uzayıp giden koridorları bir bir çıkıp artık güneşin en tepedeki gücünü cildinin ve ayin kıyafetlerinin içinde hissetmeye başlamışken ince bir çığlık yükseldi kafileden. Çoğu kez olduğu şekilde sıcaktan bayılan bir turist düşüncesi aklından kısaca geçirse de ayinine devam etmeye niyetliydi. Ancak bu kez ses daha da yükseldi ve tüm yardımcı rahipleri geriye doğru koştu. Kendisi de durumun ciddiyetine kapılıp geriye dönüp birkaç adım attı, kendisinin yaklaştığını gören diğer rahipler yolunu açtı ve bir turisttin en üst kattaki basamaklardan birine basarken, binlerce ziyaretçinin ayak izleriyle aşınan bu basamağın kırılıp turistin ayağını sıkıştırıp biraz da kestiğini fark etti. Kısa süre içerisinde turist aşağıdan gelen sağlık çalışanları tarafından götürüldü ve ayin kaldığı yerden devam etti. Ancak Unesco dünya mirası listesindeki bir basamağın kırılması Suda için o kadar normal, es geçilecek bir durum değildi. En genç rahip adaylarından birini çatlak bölümün başında bekletip üzerine bir rahip kıyafeti örttürdü.

 Birkaç saat sonra kendi ayini ve haftalık görevi bitince hasar kayıtları ve resmi evrak işleri için olay yerine döndü. Bu kez ayinin kendisine sağladığı o huzur, biraz olsun kendisini strese ve can sıkıntısına bırakmıştı. Çünkü normalde şu an kendi bağlı ve sorumlu olduğu, yakınlarda bulunan tapınaktaki ayinine gitmesi gerekiyordu. Kendisini bekleyen öğrencileri vardı. Bu iş ise akşama kadar sürecekti. Devletin görevlendirdiği birkaç arkeoloji birimi çalışanı çatlakta bakım prosedürü için rapor yazması gerekiyor, bu raporun ilgili birkaç birim tarafından onaylanması ve titiz bir çalışmayla durumun ne kadar kötü olduğuna bağlı olarak gerekli çalışmanın yapılması gerekiyordu. En kötü senaryoda o bölge yürüyüşe birkaç ay kapalı kalabilir, bu da ayinlerin yarım kalmasını ve kendi işinin de sekteye uğraması anlamına gelirdi. “Ey Borobudur, biraz turist tatili yapmaya ne dersin?” diye fısıldadı yanında duran ve doğuyu gösteren bir buda heykeline yaklaşıp. Tapınakla yaptığı böylesi içten fısıltılı konuşmaları çok seviyordu. Ona daha içten bir bağlılık sağlıyordu bu, Suda’ya göre Borobudur yaşayan bir organizmaydı, bir kişilik, bir dost, bir akıl yolculuğunun en güzel ayrıntısı gibi. 

 Görevliler gelmeden önce, kırılmış merdivenin önünde durdu, sıcağın altında neredeyse bir saattir merdivenin başında diğer kafilelerin güvenliğini sağlayan genç rahibe gidebileceğini söyledi. Ardından yeni tamamlanmış ayinler üzerine kimselerin kalmadığı üst katta yalnız olduğunu fark ederek, örtüyü yavaşça kaldırdı. Devasa bir kayanın üzerine tek parça olarak işlenmiş bir tapınağın merdiveninin basit bir mermer parçası gibi kırılmış olması kendisine pek de olası gelmiyordu. Kırılmış taşın kenarındaki kan izlerine dikkatle bakarken biraz karanlık biraz derin olan bu kırığın altındaki boşluğun üzerine doğru güneş ışığının artık vurduğunu ve içerisinin görülebildiğini fark etti. Güneş ışınlarının dokunduğu derinliklerde çok parlak çizgileri ve motifleriyle daha da beliren bir küp fark etti. Hızla üzerini örttü, en yakınında gördüğü bir başka rahip adayını çağırıp hiç kimseye burayı açma izni vermemesini söyleyerek aşağıya doğru koşmaya başladı, onun seviyesindeki bir Buda rahibinin bu kayalıkların üzerinde koştuğu savaş dönemlerinden beri görülmüş bir şey değildi bu acele.

  “James, orada mısın? Derhal Borobudur’a gel, derhal! Sanırım aradığımız gizemi bulduk!” diyerek telefonu kapattığında nefes nefeseydi. Eşyalarını bıraktığı küçük ofise benzer karavandan çıkıp Borobudur’a doğru baktı, “Bizim için ne saklıyordun bunca sene eski dostum?” derken yüzünde heyecan dolu bir gülümse vardı. Bu dalgın düşünceleri ve sözleri arasında James aracıyla olanca hızıyla geldi, “Nerede, ne oldu, çabuk anlat Suda!” diyebildi. James de nefesini kesen bu sıcakta kütüphaneden ve çalışma ofisinden topladığı malzemelerle buraya gelmek için büyük enerji harcamıştı. “Orada,” diye eliyle işaret etti Suda, “en üst basamaklardan biri kırıldı, ziyaretçinin birinin ayağı yaralandı” diye devam etti. Daha sözlerini bitirmeden James, Suda’yı kolundan yakalamış ve onlarca basamağı hızla çıkmaya başlamışlardı.

  James “nereden,” sorularını birkaç kez daha sorarak yollarını bulduklarında, genç rahip örtüyü kaldırmaya başlamıştı bile, “Dur!” diye bağırdı Suda. Hemen elindeki örtüyü bırakan genç rahip özür dileyerek yanlarından uzaklaştı. Suda’nın yüzünden okumuştu çünkü yaptığı hareketin ne kadar yanlış olduğunu ve orada artık işi kalmadığını.

  Kırık merdiven parçasının üzerindeki örtüyü kaldırdıklarında güneş tamamen çatlak bölümden alt kısmı aydınlatıyordu, içeride her hattıyla, her çizimi ve her detayıyla parlayan bir küp şeklinde nesne kendini belli etmişti. “Alalım bunu buradan, Suda” diyebildi James, gözlerinin içi parlıyor, tüm vücudu heyecandan ve terden kendinden geçmiş halde titriyordu. “Peki,” dedi Suda, elinde tuttuğu örtü ile derinliğe uzanmak için taşların üzerine yattı ve avuçlarıyla bir köşesinden tuttuğu altın sarısı parçayı alıp gün yüzüne çıkardığı gibi örtüye sararak James’e verdi. Hiç tereddüt etmemişti. Çünkü ikisi de çok iyi biliyorlardı ki, hangi müze hangi devlet görevlisi olursa olsun bu paha biçilmeyecek parçayı biçip parçalayıp kendilerine almak için birbirleriyle yarışacak ve binlerce kez olduğu gibi yok olup gidecek olan bu eser herhangi bir milyarderin malikanesinde gizli bir mahzende tutulacaktı. “Bu kez bizim,” diyebildi James Suda’nın omzuna elini atıp aşağıya doğru inerken.

  “Sir James, siz de mi buradasınız?” diye soru yöneltildiğinde, ikisinin de yüzünde çocukluklarında yaptıkları tüm yaramazlıkların utangaçlığı bir araya gelip yanaklarına serpilmişti. Suda hemen elini uzatarak devlet görevlisine ve yanındaki genç rahibe-bu kişi ilk kez çatlağın başında beklettiği kendi öğrencisiydi-“sorun yok, kontrol ettik, yalnızca bir çatlak ve küçük bir çöküntü var,” diyebildi. “Tamam Sudarsana, ilgileniyoruz hemen, birkaç güne kadar düzenlemiş oluruz o zaman. Umarım çok zarar yoktur,” dedi bakım şefi, araçları ve çalışanlarıyla hızla olay yerine giderken.

  James henüz konuşamamıştı, avcunda tuttuğu o bez ile yüzünde beliren boncuk terleri sildi, o anda diğer kolunun altında duran küp sıkı sıkı gizleniyordu. “Gidelim,” dedi Suda, “ne bekliyorsun? Elinde ne olduğunu sormalarını mı?”

  James’in arabasına binip hızla onun yakınlarda bir şehirde bulunan ofisine geçtiler. Toprak yollarda titreyen araçta ikisinin de ağzını bıçak açmıyor, hala ellerinde tuttukları o gizemli nesneyi tekrar görme cesaretini kendilerinde bulamıyorlardı. Ofise vardıklarında, James’in çalışma masası üzerine yavaşça bıraktı Suda küp şeklindeki o parlak nesneyi, içerisi örtülü perdelerle yüzünden loş ışığa sahipti ve James aniden tüm ışıkları yaktı. Müthiş bir parlaklıkta küpün çevresindeki işlemeler, şekiller, heykellere hiç ama hiç benzemeyen başka işaretler belirdi. Tavandaki parlak beyaz ışığa bu şekillerin verdikleri tepki buydu. James şaşkınlıkla ışıkları kapatıp tekrar açtı, sonuç aynıydı.

  “Bu benim Nirvanam, James. Biliyorsun değil mi?” diyerek sarıldı Suda karşındaki eski dostuna. “Benim de Suda, benim de,” derken gözlerinde yaşlar belirdi James’in. Bunca yıl, emeklilik yaşındaki koşuşturduğu topraklar, yaşına rağmen aklında tuttuğu öğrencilik merakı ve heyecanı ile James; öte yandan yıllardır mutlak doğrunun ve gizemlerin ardında yatan gerçeği arayışındaki yeni bir değeri bulan Suda artık çok daha mutlu görünüyorlardı. Çantasından çıkardığı kamerası ile dört bir yanından, altından ve üstünden fotoğraflar çekti James. “Burada bir sorun var,” diye ekledi bilgisayarında daha detaylı fotoğraflara bakarken, “bunlar bu güne dek seninle bulduğumuz hiçbir öğretiye, hiçbir anlatıma ve hiçbir tarihe ait değil sanırım dostum” diye devam ettim James. Bu cevaptan biraz olsun umutsuzluğa kapılan Suda, “neden, Buda öğretisine ait bir nesne değil mi?” diye merakla sordu. “Bilemiyorum dostum, ne yapmalı sence? Amerika’da arkeolog arkadaşlarıma göndermemi ister misin?” cevabını verirken içinde çok daha fazla soru vardı. Suda “Evet,” diyebildi.

   Birkaç gün daha çeşitli araştırmalar, geceli gündüzlü gezintiler ile geçse de bu gizemli küp aradıkları Buda gizeminden, Borobudur’un hikayelerinden çok daha fazlası gibi görünüyordu. Buda yazınında, arkeolojik eserlerinde ve tarihinde böyle bir ifade şekli yoktu, küpün üzerindeki hiçbir çizim bir başka şablona veya desene uymuyordu. Taramalar yapılması için daha çok uzmanla paylaşıldıkça aşırı popülerleşme ve yakalanma korkuları da artıyordu. Hatta “tamamen sahte olabilir, sonradan yapılmış bir esere bile benziyor Sir James, lütfen orijinalliğini teyit edin” içerikli bir mesaj dahi almışlardı meslektaşlarından birinden.

  Günler geçtikte daha da ümitsizliğe kapılıyordu ikili. Artık ilk günlerde hissettikleri heyecanları yavaş yavaş yerini meraka bırakmıştı, salt merak. Sorular ve sorunlar; ve’ler veya’lar, neden’ler vardı sadece..

  James ve Suda bir araya geldikleri bir gün, Suda’nın aklında farklı bir fikir gelmişti, “Bu eseri tapınağıma götürelim James, orada bilginin ve kutsalın arasında doğru yolu bize göstermesini bekleyelim bence,” dedi aniden ve tek seferde söyleyerek, “belki de yanlış yerlerde okuma yapıyoruz dostum.” James onca yıllık arkadaşına duyduğu derin güvenden hiç düşünmeden, istemeyerek bile olsa “Peki,” yanıtını vermişti.

  James artık her gün yirmi-otuz kilometrelik dağ yollarında Suda’nın neredeyse insanlardan ve yaşamdan izole olan tapınağına gidip, Suda’nın saatlerce küpün karşısında onunla neredeyse bir olacak kadar odaklanıp tapınağını saran bu doğal renklerin içinde kayboluşlarını izliyordu. Bir yandan fotoğraflar çekiyor, öte yandan onlarca kez telefon konuşmaları yapıp bu eserin gerçekten var olduğunu ispatlamak için öfkelenecek kadar ısrarcı bir şekilde araştırmasına destek arıyordu. Gece karanlığında bile parlayan bu küpün gizemi henüz çözülmemişti. Birkaç ay daha geçtikten sonra James artık ofisine gitmek yerine tapınağın yanındaki odalarda kalıyor, gecesini gündüzüne katan Suda ile çok az konuşabiliyor. Hatta daha çok tapınağın çevresinde toplanmaya başlayan yılanları fark edip onlarla dertleşiyordu. Çoğu zehirsiz olan bu ağaç yılanlarını çok önceden Suda’yla birlikte görüp tanımışlığı vardı çünkü. Aksi halde hiçbir güç kendisine vahşi doğadaki yaşama bulaşma gücü veremezdi.

  Sonbahar mevsimi ve serinliğin iyice dağlara çöktüğü zamanlar geldiğinde artık Suda ve James yorulmuşlardı. Yaşlanmış yansımaları vardı yüzlerinde bu merak ve umutsuzluğun. Bir sonbahar gecesi, James vazgeçmenin eşiğine kadar gelmiş, yaşamında geride bıraktığı bunca maceranın sonunda kendisine anlam ifade edebilecek bir yaşam yaşayıp yaşamadığını, Suda’dan farklı olarak hayatında hiçbir kutsal hedefin olmadığı ve onun yerinde olmayı çok istediğini kendi kendine düşünürken uyuyakaldı tapınağın yanındaki büyük verandada. Serinlik ve rüzgarın fısıltıları eşliğinde uykusunda üzerinde yüzdüğü bir yılan denizi düşü görmüştü. Uyanıp gözlerini açtığında ise göğsünün üzerinden ve ayakucundan geçen birkaç tane yılanı gördü. Korkuyla aniden yerinden doğrulduğunda ise yılanlar hiçbir kaçma ibaresi göstermeden aheste bir şekilde tapınağa doğru ilerlemeye devam ettiler. Meraklanan James ağır ağır onları izledi, kendisini de başka yılanların izlediğini fark etti. “Çok ilginç,” diye fısıldadı, arkasından bir ses “Ne ilginç James,” diye seslendi biri. Suda’ydı bu. “Baksana şu yılanların haline,” dedi. Sesleri duyan Suda da uykusunun hafifliğine yenilip uyanmış ve James’i görmüştü. Birlikte takip ettiler yılanları, ormanın derinliklerinden tepeye doğru çıkıp gelen yaklaşık yüz kadar yılan küpü havaya kaldıracak bir şekilde çevresinde toplanmış ve yarı doğrulur şekilde yükselmişlerdi. Işıksız karanlık bir ortamda diğer gecelerden farklı olarak küp havalandıkça daha parlak hale geliyordu. Sessizce ama hızlı hareketlerle oradan uzaklaşan James odasına gidip kamerasını alıp bu eşsiz anı kaydetmek üzere tapınağın girişine kurdu. Küp yükseldikçe daha da parlıyordu ve James geri geldiğinde Suda da yılanlar gibi küpe yaklaşmış ve ellerini ona doğru açmış bekliyordu. James bu anı bozmamak için izledi sadece, hiç sesini çıkarmadan.

  Bu gergin dakikaların ardından uykusu gelen James biraz hava almak için bahçeye indi, kameranın açılma sesine benzeyen bir “çıt” sesini duyduğunda yine hızlı adımlarla, “Lanet alet, yine bataryasını bitirdi sanırım,” söylenerek tapınağa çıkarken kamera ekranındaki görüntülerin hala alınmaya devam edildiğini gördü, o mekanik sesi çıkaran kamerası değil ışıldayan küptü! Olduğu yerde dondu kaldı.

  Yılanların hiçbiri kalmamış, küp hala yüksekte bir noktada sunağın üst kısmında süzülüyor ve Suda’nın açık ellerinin hizasında yükseliyordu. Üst kısmında hiç de belli olmayan şekilde kapaklara benzer üçgen kanatlar açılıyordu. Tamamı açılıp küpün ortasında ufacık bir elmas parçasına benzer daha parlak bir nesne belirdi. Bu arada geçen dakikalarda ister istemez James bile diz çökmüştü. Hayatında hiç yapmadığı bir şeydi bu. Dakikalardır transta olan Suda bir an kendisine doğru yüzünü çevirdi, “Ölümsüzlük,” diye fısıldadı James’e doğru. Ancak gözlerinde farklı bir renk, farklı bir parlaklık vardı. Elini küpün üzerindeki elmas parçasına benzer nesneye uzattı, elinin parmaklarını kesip kanların damladığını çok net görüyordu James, hızla yerinden doğrulmak istedi ama yapamadı. Birkaç kez daha denedi, çığlık atmayı ve birçok şeyi ancak sonuç hep aynıydı. Yalnızca izleyebiliyordu. Hemen ardından bayılıp kalmıştı!

  Ertesi sabah uyandığında olduğu yerde, olduğu şekilde, gözlerini açıp vücudunda kasılan tüm kasların şiddetiyle hemen Suda’ya doğru koştu. Küp aynı yerinde duruyordu havada asılı, ancak bu kez tamamen kapalı. Suda’ya bakmadan önce küpe odaklandı ve yerde yatan Suda’ya dönerek hemen onu kucaklayıp sarstı, cevap yoktu. Hiçbir yanıt yoktu. Kontrol ettiğinde nabzı vardı belli belirsiz, nefesi ise hissedilmiyordu. Hemen Suda’nın üzerindeki kıyafeti sıyırıp iyice dinlemeye koyuldu, solunum vermesi gerektiğine dair bir istek uyanmıştı ancak Suda’nın kıyafetini sıyırdığında gördüğü kişinin çok da fazla Suda’ya benzemediğini fark etti. Çok daha genç görünüyordu, yüzünde kırışıklıklar, sıcaktan yanmış tenindeki yaralar, tenindeki bazen fark ettiği o güneş yanıkları yoktu. Bunları düşünecek vakti olmadığını fark edip kendine kızdı ve ona suni teneffüs yaptı. Birkaç nefes verme ardından Suda büyük büyük öksürüklerle kendine geldi, “James,” diyebildi önce, “sanırım aradığımız gizemi çözdük dostum.” Bu sözlerinin arından yerinden biraz doğruldu, tapınağın duvarlarında bulunan küçük bir aynada kendini görüp, “Rüyada gördüğüm gibiymiş James,” diye gülümsedi, “ölümsüzlük bu dostum!”. “Bu Nirvana işte..” diye söylendi ellerini vücudunu germek üzere iki yana açarken. James şaşkın bir şekilde neler olduğunu anlamlandırmaya çalışıyordu, hakikaten de güneşe doğru yürüdükçe Suda’nın artık gençlik fotoğraflarındaki o 15-20 sene önce tanıştıkları genç ve heyecan dolu rahibe benziyordu. “Suda, ne oldu sana? Ne oldu dün gece?” diye sordu James koşarak yanına gidip, “Sanırım o küpteki gizli mesaj ölümsüzlüktü James, bu bambaşka bir his, çok diri, çok taze” cevabını aldı Suda’dan. Olanlara anlam veremediği için bol bol sorular sordu akşama kadar. Öte yandan öğlen sonu midesindeki ağrılar ve baş ağrılarıyla uyuması gerektiğini düşündü James, Suda’nın neşesinden yerinde duramadığı ve tapınakta küpün karşısında geçirdiği anları bırakıp odasına geçti.

  James, “hasta olacağım galiba,” diye söylendi yatmadan önce, tüm vücudu yanıyordu ateşler içinde. Hemen uykuya daldı, kendisini uyandıracak kimse olmadığından ertesi gün öğlen saatlerine kadar neredeyse yirmi saat boyunca uyumuştu, “James! James..James! Uyaaan!” sesleriyle kendisini sarsan Suda’nın yüzünü görünce yine şaşırdı, hala gencecik görünüyordu Suda. “Ne oldu,” diye sordu uyku bir şekilde. “Sen de” diye çığlık attı Suda, “sen de!”. Ne olduğuna hala anlam veremeyen James yatağında öyle güçlü bir şekilde doğruldu ki bedeni Suda’ya çarpmıştı. Bedeninde çok yabancı bir enerji vardı. “Aynaya bak James,” diye bağırdı Suda, hiç bu kadar heyecanlı tepkiler vermezdi oysaki. “Aynaya bak hadi,” dedi ısrarla tekrar tekrar. James kendisine olanın farkına varmıştı artık. Kolu yabancı bir gencin kolu, saçlarındaki enerji ve renk gencecik, aynada gördüğü o kişi ise kendi üniversitedeki genç haliydi! “Aman Tanrım!” diyerek kendisini aynadan kaçıran James eliyle yüzünü yokluyor, Suda’yla birbirlerine bakıp gülmekle şaşırmak arasında bir tepki veremeyip en sonunda birbirlerine sarılmışlardı. “Ne oldu Suda bize böyle,” diyebildi James, “yoksa anlattığın şey mi?”. “Evet,” dedi Suda kendinden çok emin bir şekilde, “bundan sonra böyleyiz dostum, genciz, sonsuz dek!”

  James bu duruma alışmak ve durumu değerlendirmek için birkaç gün daha şok olmuş şekilde ortalıkta dolaştı. Hatta ortalıkta koşuşturup duruyordu, çünkü artık çok dinçti. Suda ise bunu diğer rahiplere ve öğrencilere anlatmak için onları davet etmiş, ortalıkta onlarca rahip dolanıyordu. Birkaç gün geçmeden bu mucizeyi görmek isteyen birkaç üst düzey Buda rahibi de heyecanla kendisini öptüğünde aynı 20 saatlik uykuya dalıp gencecik uyanıyordu. Öte yandan James o gece tapınakta çektiği videoyu paylaştığı kişilerin heyecanıyla binlerce insan Suda’nın küçük tapınağına akın ediyordu. James şüphelendiği şekilde bu durumu kontrol almak adına, sağlık örgütlerinden yardım istemeye çalıştı fakat durum hiç de kontrol altına alınacak gibi değildi. O günden sonra kim bu küpün büyüsüyle ve bilgisiyle birbirini öpse ya da parmağını diline değdirip diğerinin dudaklarına sürse diğeri de aynı 20 saatlik uykuyla gençlik aşısına kavuşuyordu. Java adası artık ölümsüzlük adasıydı. Bu ölümsüzlük karantinaya alınmalıydı James’in tedirginliğine göre. James de Suda da modern çağların en büyük mucizesine şahit olmuş insanlar olarak tüm dünyada üne kavuşmuşlardı bile. Adada birkaç haftada hiçbir yaşlı kalmayacak şekilde yayılmıştı bu Nirvana durumu. İşin kötüsü birkaç ay içerisinde tüm dünyada salgın şeklinde en basit haliyle herkesi ölümsüz gençler yapacak şekilde yayılmıştı bile.

  Binlerce saatlik araştırmalar, küpün kontrol altına alınıp test edilmesi dahi denenmiş olmasına rağmen henüz mantıklı bir açıklama yoktu. Bu durum öte yandan dinlerin tüm mekaniklerini parçalamış, insanlar birbirlerinden bu gençliği almak için birbirleriyle yarışıyordu. Hatta yapılan analizlerde bu gençlik mucizesine kapılan insanların artık yaşlanmadığı gözlemleniyordu. Daha mutlu, daha zinde, daha genç, daha çalışkan insanlarla doluyordu dünya. Hiçbir yara vücutlarında belirmiyor, her yara kendini kolayca kapatıyor, yorgun insan anatomisi baştan aşağı yenisiyle yer değiştiriyordu. Yalnızca bir küp sebebiyle, yalnızca bir adamın salgınıyla tüm dünya neredeyse bu gençlik mucizesine kapılmıştı. Hatta küçücük çocuklar bu mucizeye maruz kaldıklarında büyümeleri ve zekalarında müthiş sonuçlar alınıyordu. Artık küp ve Suda’nın tapınağı dünyanın en çok bilinen ve en çok korunan Borobudur tapınağı olarak tarihe geçmişti.

  Bir yıl içerisinde tüm araştırmalar, tüm çabalar ve tüm engellemelere rağmen dünya nüfusunun neredeyse tamamı bu ölümsüzlük iksirinin tadına varmış, insanlara ölüm satan tüm diğer inançlar bitip yerini Budizm adında bir ölümsüz mutluluğa bırakmıştı. İnsanlar doğuyor ancak hiç kimse ölmüyordu. Bu durum milyarlarca insanı mutlu ediyordu. Toplumun önde gelenleri bu durumun nasıl sonuçlanacağını bilmeden ellerinden geleni yapsalar da gençlik iksirini dudaklarından tatmayan hiçbir devlet başkanı ülkesinin başında duramıyor hepsi birer birer öldürüyordu. Artık herkes gençti, artık Suda ve James birer kahramandı. Birkaç yıl içerisinde %99’luk bir oranda insanlar mutluluk ile huzuru ve sonsuz gençliği bulmuş, dünyanın daha da güzel bir yer olması dileğiyle kendilerine Buda tapınakları yaparak altından küpleriyle mutluluğun tadını çıkarıyorlardı.

  Bunca hengamenin arasında Suda kutsal yürüyüşlerine devam ediyordu büyük Borobudur tapınağı ile kendi tapınağı arasında. Olayın başladığı merdivenin yanında geçerken bir gün durup bekledi. Çevresine baktı, orada anlatılmayan gizli kalan bir şeyin olduğunu biliyordu. Kırık merdiven kapatılmış hatta çok daha renklenmişti ortalık, artık tek tük çevresinde bulunan tapınaklardan binlercesi vardı. Binlerce insan, binlerce güvenlik görevlisi, binlerce ordu mensubu yalnızca Suda’ya hizmet ediyordu. Yalnızca onu..

  Orada öylece kalabalığın şaşkın bakışları arasında gözüne bir heykel ve altındaki çizimler ilişti. Hepsi doğuyu gösteren heykellerle dolu koridordaki tek bir rahip yukarıyı gösteriyordu. Elinin ucunda işaret ettiği neredeyse silinmiş bir küp şekli vardı. Çevresindekilere oranın temizlenmesi söyledi, hızla çevre boşaltıldı, James araştırma ofisinden getirtildi ve Suda James’e dönüp orayı işaret etti, “James, sence orada ne anlatılıyor?” dedi. O güne dek onlarca kez inceledikleri yere dikkatle baktı James. Küp oradaydı, gökyüzünde altında kendisine dua eden insanlar vardı, hemen yanında küpün altındaki ışıkta insanların yere serilmiş halleri görülebiliyordu. “Suda, ne demek istiyorsun?” diyebildi, “önceki yorumlarımız gibi, insanların ışığın yolunda öldüğü yaşamı sembolize etmiyor muydu bu öykü yoksa?” derken birden yutkundu. “Hayır,” dedi Suda gözünden bir damla yaş akarken, “yıllardır aradığımız gizem buydu dostum,” bunu söylerken elinden tuttu James’in “bu tapınağın terkedilip üzerinde volkanlar patlayacak kadar gömülmesinin bir tek sebebi vardı,” uzaklara daldı bunu söylerken, “bu ölümsüzlük virüsü denilen bir kandırmaydı, bir sınav. Bu sınavda kaybettiğimizde hepimiz ölümü yaşama tercih etmiş olacak ve gökyüzünden gelen diğer bir küp parçasıyla birlikte ölecektik!”. Kimselerin bilmediği, yalnızca birkaç parça çizimde görüp çok da önemsemedikleri bu gerçek artık ikisinin de gözünün önündeydi. Borobudur dünyanın başlangıcının değil, insan yaşamının sonunun bulunacağı tapınaktı inşa edildiğinde. Bir sınavın geçilmeyişinin simgesi. O yüzden çok uzaktaydı bu kadar diğer tapınaklara, o yüzden adadan çıkamadı küpün gücü, o yüzden terk edilmişti kendi kaderine.

  James ve Suda henüz inanmak istemeseler de olacakları tahmin etmiş şekilde el ele tutuşarak Borobudur’un merdivenlerinden en üst kata çıkıp birbirlerine baktılar. “Şimdi ne olacak?” diye sordu James, “Peki ya şimdi Suda?”. “Gizemi çözdük dostum, bize emanet edilen yerküreyi korumak yerine, bize yem olarak gönderilen küpü bulduk. Artık onların sırası. Buraya gelip bu ölümcül virüsü etkinleştirecekler” diyebildi. Tam o anda gökyüzüne doğru istemsiz bir bakış atan James, atmosfere büyük hızla giriş yapan o devasa küpü gördü. Birkaç saniye içinde bulutları yararak giren, neredeyse ay büyüklüğündeki küp hızla açıldı. Küçük örneği gibi. Ortasında beliren ve tamamen Borobudur tapınağının siluetine benzeyen parlak nesne büyük bir gürültüyle paramparça oldu. Güneş ışıklarını kaplayacak kadar kalın bir kül katmanı süzülüyordu aşağıya doğru, toprağa değdiğinde yok olan bu şeffaf kül nefes alan her insanı-eğer gençlik aşısı ile etkilenmişse-öldürüyordu. Anında..

  Aynı gün, Brezilya’nın balta girmemiş ormanlarında binlerce yıldır yaşayagelmiş bir kabilenin en yaşlısı, en bilgesi olan Adama adında bir yaşlı gökyüzüne bakarken, tüm bu korkunç sahneden korkan çocuklarını ve kabile üyelerini yanına toplayıp şöyle dedi: “Altın güneş geldi çocuklar. İnsanlardan yine kurtuluyorlar altın tanrıları. Yeniden silinecek atalarımızı da öldüren bu yabancı renklerdeki ırklar.” Birkaç gün evlerinden çıkmayıp dua ettiler. Birkaç gün sonra artık dünyada birkaç kabile, birkaç köylü, birkaç dağ insanı dışında hırsına dayanamayıp ölümsüzlük aşkıyla birbirine aynı virüsü bulaştıran hiçbir insan kalmamıştı. Neredeyse herkes olduğu yerde o gün öldü!

  Büyük ve küçük küp gözden kaybolup gittiler. Dünya üzerinde gökyüzüne yükselen küller yeniden Borobudur tapınağı kaplandı, bir dağ gibi gizledi. Küllerin içerisine ise bir başka küp gelip gizlendi. Sonun başlangıcı olan tapınakta bulunan bu yeni küpün üzerinde diğerinde olduğu gibi hiç bilinmeyen bir dilde ise bir yazı parlıyor ve yanıp sönüyordu, aynen şöyle yazıyordu: “Gizemler çözülmek, yaşamlar yaşanmak için. Dünya emanet, insanda ihanet oldukça daha çok öleceksiniz.”

- Son - 

Meo - 2016
MeoEdebiyat Kısa Öyküler Blog
'Mehmet Şentürk
Orijinal Yayınlanma Tarihi: 2016-06-21 02:16:06

Son DüzenlenmeCuma, 26 Ekim 2018 12:45
(21 oy)
Okunma 10002 defa
Yorum ve görüşleriniz değerlidir. Facebook hesabınız ile yorum yapabilirsiniz.
X

Sağ Tıklama

Sağ Tıklama ve Kopyalama Sitemizde Engellidir.