MeoEdebiyat - Denemeler Blogu
MeoEdebiyat - Denemeler Blogu

K.O.K. 7 - Hiç Uğramadığımız Yerler

 Belki bir deniz kenarı, birazcık yeşilliğe gizlenmiş bir şehir kaçamağı, basitçe henüz yeni tanıdığın o sokak arası, hiç çıkmak istemediğin o köy tatili ovaları artık hiç uğramayacağın o güzel yerler…

  Zaman olur insanlar dünyanın büyüklüğüne dem vurur, kendi haritasının küçüklüğünü gösterircesine. Bu küçük binalar, ağaçlar, manzaralar defterinde herkesin aşkına tanıklık etmiş bir kıyı köşe mutlaka vardır. Unutursun, öyle zannettiğinden de olabilir. Bir daha uğramazsın, çok değiştiğini fark edersin veya. Ama bu her birimizin hiç olmadık bir coğrafi iklimde kendimizi aşkın renkleriyle nasıl ortamları dünyaya dönüştürebildiği mucizesine olan inancımız tamdır.

  Yer hafızasıdır o aklın. Hele ki ilk kez gördüğünüz, ilk kez görüştüğünüz, ilk kez ellerinizi kavuşturup dünyanın var olduğunun farkına vardığınız, ilk kez bakış açısı sözcüklerinin anlamını fark ettiğiniz, ilk kez gerçeğin üzerindeki o binlerce günlük tozu silkeleyerek sizlere güzelliğini sergilediği özel bir yerden bahsediyorsak aşk dünyanın atmosferidir. Sevmek bir yarım kaldırım taşına takılmamanın sevinci içinde yürüyebilmek, bir ay aydınlığında dizlerinde yatan güzel genç kızı kocaman bir kadın gibi saygıyla izleyebilmek, yani sevmek var olan doğanın kalp atışlarına çok yakın bir yerde dünyanın ciğerlerinde dolanabilmektir. Sen ilk âşık olduğunda senin çevrende yaşayan o dünya öylesi derin iç çeker ki bu kez çok mutlu olabileceğiz diye, sen kaybolur gidersin havadaki kirli duman gibi. Artık her yer tertemiz, manzaralar daha bir parlak, geceler asla karanlık değildir.

  Hep sizli bizli olmazmış bu işler, örnek vereyim kendimden bir de:

  Tam 12 sene geçmişti yanılmıyorsam, bir ağaçtan direğin kıyısına geldiğimde durmak zorunda kalışım. Biliyordum o direğin artık ne elektrik kablosu vardı, ne üzerinde yuva yapmış leylekler. Ne o direğin lambası hemen dibinde bulunduğu çamurla sıvanmış üzeri saçak niyetine dallarla kaplanmış duvarın ardına gitmiyordu sarının her tonunda sokak lambasının açık havada bizlere sunduğu odası. Tamam, ışık yoktu kabul edebilirdim, neredeydi peki o kadar gece gizli gizli izlerken beni benden alan samanyolu, evet o anda kafamı yukarı kaldırdım yoktu samanyolu, sadece titreyişini seçebiliyordum yıldızların. Sanki onlar da çoktan ölmüşler de geriye yaşlı titrek olanları kalmıştı. Vaz geçtim o samanyolunu aramaktan, dönüp bu dar köy sokağının bitmesine elli metre kala evime doğru ayrılan yola baktım. Kendimden o kadar emindim ki bundan seneler önce orada olsam hemen yanından geçtiğim duvarın arkasında beni bir cennet bahçesinin ve onu yaşatmaktan sorumlu bir hurinin bekliyor olacağından, şu an aynı hissi duyabilmeyi dilerdim. Ben birkaç adım atıp o köşeyi dönsem, kocaman bir yola bakar ilerideki köy çeşmesinin ardından kendi muhitimden gelen giden var mı diye kontrol eder ve yıllar geçmesine rağmen hala orada bulunan devasa bir ağaç kütüğüne yönelirdim. O gün de aynısını yaptım. Yüzümdeki gülümsemeyi nasıl kederle karıştırabildim hiç bilmiyorum ama yaptım. Yolun karşısında bulunan o kütüğün üzerine çıkıp bir adım attığımda karşıda büyükçe bir bahçenin ortasına dikdörtgen şekilde yapılmış birkaç odasının yan yana bulunduğu bir köy evini görebilir, o evin pencerelerinden en baştakinin rengârenk basma perdelerinin arasından gülümseyen bir yüzün beni fark ettiği anda nasıl da kollarını kavuşturduğu o kirişten hızla çekip bana doğru koştuğunu büyük bir heyecanla fark edebilirdim. Etmedim bu kez. Ev karanlıktı, duvarlar daha alçaktı yıkılmış terk edilmiş, küçücük evin çatısı çökmüş, orada yaşayan büyükanne de göçmüş gitmişti. Ama tüm değişimlere rağmen o kütüğün üzerinde bakakaldığım dakikalar boyunca aklım direniyordu bu yeni manzaraya. Bazen o pencereye bir ışık vuruyor, bazen o pencereden iki yüz bana bakıyor, bazen el sallıyor öyle kaçıyordu içeriye, bazen hiç ışık olmuyordu..

  On iki değil on iki bin yıl geçse, ben oradaki viran köyün çamurlar altında kaldığını bilsem ve arkeolog olarak oraya gelip birkaç parça toprak karıştırdıktan sonra titizlikle bir gram duvar parçası koparabilsem binlerce senelik insanlığın geçmişinden mutluluktan ağlardım herhalde. ‘Gizlice buluştuk seninle, bilmedi bilmedi kimse’ diye bir şarkı çalıyor bak şu an bile, binlerce şarkının içinde dinlediğim o şarkıyı açtım o gün de o direğin üzerinde. Bambaşka şarkılar dinledim o günden bugüne, hiçbiri hatırlatmadı geçmişimi o duvarların ardındaki toprak yığınları kadar. Kimseler titretmedi kalbimi ister bir sahilde, ister bir kordonda, ister bir kahve keyfinde, ister bir yatak odası gizliliğinde, ister bir safça el ele gezinmede, işte sen ne dersen de hiçbir yer O YER olmadı, olamadı nedense. Hiç uğramadığın o yer artık senin hayalinle yaşıyordur kim bilir. Geceleri sen kâbuslarından uyanırken benden binlerce kilometre uzakta ben dağlarda elimde çelikten ölümcül bir makine, anlatırsın “bana iyi misin yine seni gördüm ben” diye.

  Hiç beklenmezdir o yerler. Kimseler uğramaz buralara artık bana çok uzak derken hayatının en zorunlu işlerini gerçekleştirmek zorunda kaldığın bir dağ komando okulu yakınlarında günlerce o dağ bu dağ gezip askercilik oynarken onca yorgunluğun ardından çıktığın ilk tatilde o yakında bulunan bir gölün kenarında yürürken sen gibilerle, duruverirsin olduğun yerde! “Siz gidin ben dinleneceğim burada, gelirim birazdan.” O cümlenin ardından yüksek göl kenarı falezlerinin kıyısındaki yolda, gölün yarımadasındaki kalenin dış surlarının birinin dibinde yarım metre yüksekliğinde bir taş duvara bakakalırsın. Şimşekler çakar gözlerinde. Yoksa? Evet, orasıdır ilk kez aylarca, günlerce sevdiğin, ilk sevdiğinin ilk kez ellerinden sımsıkı sarıp seni öptüğü yer! Nasıl da unutmuştun o ayrıntıyı, onlarcası üzerine ne kadar da değersizleşmiş, sıradanlaşmış senin öpüşmek adındaki hobilerin. Bak orada hala, yeni serpilen iki genç oturuyor yan yana, bak bak gözlerini kapattılar şu an. Bak işte niye gözünü kaçırıp dönüp gölün sanki çok ihtiyacı varmış gibi kocaman taşlar atıyorsun öfkeyle!

  Çok iyi hatırlıyordum orada. Yerimizi. Her Eğirdir Gölü tatilimizde aynı sarmaşıklarla kaplı kale surları arkasındaki göl kıyısı yolundaki dinlendiğimiz yeri. Duvarlar aynıydı hala. Sarmaşıklar seyrelmiş sanki biraz. Kalenin duvarlarından birkaç büyük kaya yuvarlanmış göle doğru, onlar da kaçar gibi. Yalanlar gibi bizi. Orada göle sıfır o çıkıntıdaki ağacı soruyorsan evet hala orada. Yaşlanmış keza. Hiç kimsenin uğramayacağını düşündüğün, bir daha asla gitmemek için elinden geleni yapacağın o yer burası işte, alıp getirdiler seni seve seve. Durup tekrar duvara dönünce hafiften gülümsüyordum gözümde buğular, “Keşke” fısıldamış dudaklarım, ağzımı sımsıkı kapattım ve dönüp uzaklaştım sessizce. Yalan yok üç aylık maceramda her hafta sonu tatilinde ben orada birkaç taş attım denize, dolar belki aklımın denizi de kurur gidersin artık diye, umurunda bile olmadı dalgaların..

Meo - 2013
MeoEdebiyat Denemeler Blogu
Denemeler Serisi
'Kimsenin Okumayacağı Kitap'

<< Kimsenin Okumayacağı Kitap - Denemeler Blogu Ana Sayfa >>

Son DüzenlenmePerşembe, 06 Ekim 2016 16:13
(2 oy)
Okunma 2855 defa
Yorum ve görüşleriniz değerlidir. Facebook hesabınız ile yorum yapabilirsiniz.
X

Sağ Tıklama

Sağ Tıklama ve Kopyalama Sitemizde Engellidir.