Kimsenin Okumayacağı Kitap - Hiç Kimsenin Söylemedikleri
Kimsenin Okumayacağı Kitap - Hiç Kimsenin Söylemedikleri Resim®: "Trash talk" by Neizen @Deviantart.com

K.O.K. 3 - Hiç Kimsenin Söylemedikleri

  Konuşmak mevzu bahisse, herkesin avukat olduğu büyük bir mahkeme salonu hayat.. Herkes birer iddia makamı, herkes az biraz savcı, kimsenin niyetinde değil sesleriyle çağırmak herkesin önüne bir diğer davayı. Herkes birbirinden davacı, kimse değilken kendince bir gram dahi hatalı! O nedenle var hiç kimsenin söylemedikleri. O nedenle ne zaman ömrüne kendince bir yol çizme gafletinde bulunsa çocukluğun, gençliğin, deliliğin ve var olan o büyük zekân, hemen ardındaki ilk çıkmazda, ilk güvensizliğine kapıldığında bir insanımsı şerefsizin tokadı gibidir anında vurulur insanın suratına o büyülü anlatımıyla ‘ben demiştim ama…” Kimseciklerin senin mutluluk çabana ağzını bıçak açmazken, en ufak yanılgında, olsun bu da geçer zihniyetinden bahsedilmezken anlatılagelir ardında gizli kalmış kocaman bir kıskançlık bağnazca. Sana söylenmedikçe, ben demiştim’lere bağlanıp kendi kaybetmişliğine çekildiğimiz binlerce dostumuz ne zaman bir sonraki umudumuz olup hayatımıza insancıl, içli, duygusal bir taciz niyetlerine aday oysaki. O nedenle vardır dosttan dönme sevdalılarımız, yavşakça sadece bildiklerimize âşık oluşlarımız, bir başkasının hemen ardından bir diğer çok iyi kalpli diye tanıyıp başka olma sırasında ömrümüze göz diken yalnızların ortasında kalışımız. Özünde yatan haliyle bizler hep bir başkalarının çıkmaz sokak planlarıyız, emeklilik yıllarıyız, beyaz kanaviçeleri, işlenti dolu perdeleri, yedi gün yedi gece sınırsızca sevişme beklentileriyiz. Bizler hiç kimsenin konuşmadığı birer sesler korosuyuz başkaları bizleri sustukça anıra anıra başkalarının dualarının tuttuğu o boktan hayatlarımızda niye bu kadar korkak ve kaderciyiz, niye hata olduğunu sonradan bize söyledikleri gencecik aşklarımızın değil de gelecek planlarımızın kölesiyiz diye sormaya hep devam ederiz, hiç konuşmadan ve söylemeden hiçbir zaman karşımızdaki bir diğer suskuna.

  Konuşamayacaksak niye yaşıyoruz ki? Yaşayamadıklarımızı niye konuşuyoruz veya?

  Kimse okumayacak diye yazmadığımız aşk şiirlerini sustuk biz çay bardaklarının kenarlarında gezinen parmaklarımızla. Haykıramadığımız aşklarımızdı dudaklarımızda, biz öpüşemediğimiz kadardık sessizlik konu olduğunda. Bizler konuşarak değil susarak ayrılabilecek kadar severdik birbirimizi. On sekizinde kendi içerisinde binlerce yıllık yorgunluğu taşıdığını, yüzlerce kişilik deneyimleri göğüslemiş gibi, onlarca hayattan adım adım yürüyerek gelmiş halde terletirdi gelecek kaygıları bizi. Susardık. Çığlık atarak mutluluktan seviyorken içimizdeki deli adamlar, bizler sadece susuyorduk akıllı olduğumuzu ispat etmek adına. Kulaklarımızda ne zaman uğultu olsa heyecanımız dönüp cam kenarlarına saç izleri çıkmış otobüs manzaralarında kendi yaşamımızın boşluğunu sorgular, heyecansızlık kararı verirdik tüm muhakemelerimizin sonlarına doğru.

  Üç kişiden ikisinin öğütlediğiydi kimselerin ağzına bakmamak, bizler hep iki dudak arasına kurulmuş giyotinlere yatardık gönüllüce farkındalıklarımızın çok dışında. İspat edebilmek için içimizdeki doğruluk devrimciliğini tüm bu çaba. Bizler hiç doğru olmayacak kadar bencillik teröristi olduğumuz halde… Dağların eteklerinde hiç de zillerin çalmadığı alüvyon ovası şehirleri uzanırdı yüreklerimizde, bizler yanık birer Anadolu evladıydık her bir diğerinin gözünde. Hepimiz sadece konuşmak, anlaşmak, hayatla iletişim kurmak için anlatırdık kimsenin dinlemediği öykümüzü, kimselerin söylemediği farazi gerçekliğimizin arasında birer harikalar diyarı kurmuşken çok önceden.

  “Neden konuşmuyoruz ki artık eskisi gibi?” cümlesindeki artık bir zaman belirteci gibi söylenmedi bizlere asla. Orada arda kalan çöplük, o sevda artığı bir amaçsızlığın sorguya çekildiği kapkaranlık odalardan herhangi bir örneğiydi. “Bilmiyorum,” diyebilecek kadar çok şey bildiğimiz zaman karşımızdaki hakkında, içimizde kendimize saklayıp iki sözcüğe yapıştıramayacak kadar hayali, saçma, anlatılmaz ruh hallerimiz olurdu bizim. “Bir şey mi var?” sorusundaki binlerce şeyin arasından en olmadığını yem olarak atardık denizlerimizdeki devasa balinaların karınlarını doyurmak için, en fantastik çocukluk öykülerimizde.

  “Seni seviyorum” demeden önce onlarca cümle öncesinde başlayan bir patlamaydı gencecik sosyal parçacıklarımızın direnç sınırları. Cennet olsun diye sevip dünyayı, cehennemin dünya üzerinde vuku bulduğunu anlayasıya kadar geçen sürelere tanışmak der, genellik de hiçbir suretle memnun olmazdık sevişemedikçe aptallıklarımız karşılıklı. Nasıl bütününe yakını günlük hayatta konuştuğunu sandığı papağandan hallice dil birikimi ile kendini en dahi adamların üzerinde görebilecek kadar, en iyi konuşmacıyla, en kalifiye uzmanıyla laf yarıştırabilecek kadar kör bir dile sahipse konu hayat, konu ilişkiler, konu insanlarsa bizler konuşmaktan başka halt bilmeyenlerdendik uzunca bir süre. Dinleyenimiz olmaya görsün, merakla soranımız, bizden az deneyime sahip olanımız, karşımızda bir rakip yaşanmışlığa sahip olanımız ya da; bizler anında yer değiştirir bizi binlerce senedir kaleme alan bir romancının yaratıcılığı, yalancılığı, iyimserliği ve kahramanlığı ile tekrar dilden dile -sadece kendi sahip olduğu- aktarmaya meylederdik benliğimizi. Konuşmak mevzubahis ise biz konuşmacı herkes iddia makamı, herkes öğrenci, herkes cahil, herkes hatalıydı biz sadece en doğruyu anlattığımız kadar birebir yerine getirir, bizler sadece başkalarınca yanlış yönlendirilir, kandırılırdık! Arkasından seviye diye ikiyüzlülük deryalarında yüzerken nezaketen, seviyorum diyebildiklerimize küfredecek kadar kemiksizdik. Midesizdi seslerimiz. Kendimizi bilir, kendimizce başkalarının karşısında konuşur, hiç de bunun empatisine girişmezdik.

  Sormayagörsün binlerce cümlesizliğin üzerine birileri “Neyin var?” diye, dökülüverirdik erken sağanak gözyaşlarımızı. Dilimizden dökülemeyenlerin gözlerimizden döküldüğü basit çocukluklarımız vardı, her ilgili dostu annemiz zanneder, şikâyet ederdik sustuklarımızı, zaten bize susacak olanlara.

O kızın oğlana kaş altında baktığı saniyeydi konuşmanın özeti, “Artık konuşamıyoruz bile farkında değil misin?”. O oğlanın şaşkınlığındaki korkmuş, yapayalnız, büyümeye direnen minicik bir umut ses tellerine koloniler kurmuş, “Nasıl? Ne alaka? Konuşuyoruz ya işte…” Çaresizlik kısa cümleler, cevabını bildiğin sorulardı. Bildiğini merak etmemek için direnirken gelirdi can alıcı sorular, “Ne olacak şimdi?” derdi o çocuk, “Bitecek mi?”. Orada var olan bir yıkımın eşiğinde gözyaşlarıyla elindeki beş taşı oynamaya devam eden hırsa bürünmüş savaş mağduru Filistin çocukların kadere isyanı yerleşiverirdi gözlerine, “Defol git! Sanki çok bir şey yapmış gibi, boş boş konuşmalarından bıktım. Lanet olsun!”. Lanet olacak olanın hemen birkaç dakika sonraki fincanlarla yüzleştiği tekilliğinde olduğu bile bile nefret dökerdi geçmiş günlerin sevdalıları. Bazen konuşmak en küçük hataların en büyüklerine doğru damlalardan seller oluşturabilmesi, Nuh’un gemisini yerinden söküp sevdiklerini senden alacağı kadar azgınlaşması ile ilgiliydi.

  Konuşmak bizlerin en büyük beceriksizliklerindendi. Becerememeyi bir nefeste becerip kendimizi susmalarla örttüğümüz binlerce gün.

Meo - 2013
MeoEdebiyat Denemeler Blogu
Denemeler Serisi
'Kimsenin Okumayacağı Kitap'

<< Kimsenin Okumayacağı Kitap - Denemeler Blogu Ana Sayfa >>

Son DüzenlenmePerşembe, 06 Ekim 2016 16:09
(2 oy)
Okunma 5588 defa
Yorum ve görüşleriniz değerlidir. Facebook hesabınız ile yorum yapabilirsiniz.
X

Sağ Tıklama

Sağ Tıklama ve Kopyalama Sitemizde Engellidir.