MeoEdebiyat - Kısa Öyküler Blogu
MeoEdebiyat - Kısa Öyküler Blogu Pic. Source: "The Silence of the Roses" by Palantirs @Deviantart.com

MeoÖykü - Solmayan İki Gül

İçindekiler

  Aşk ne kadar büyük bir heyecan ve sevda ne kadar büyük bir kazanım. Bunu öğrenmek için büyümek gerek, çarpmak gerek karanlıkta yürürken aklından geçen binlerce sese ve o sesleri yazmak gerek. Bu gerçeği yeni yeni öğreniyordu genç İsmail. Geçen okul dönemlerinden kalma, büyük heveslerle büyüklerinden aldığı, o asla dolmayan defterlerindeki yeni boşluklara yüreğinden taşan derin nefesleri yazıya dökerken hisler şiire dökülmüyor şiir hisleri kelimelere hapsediyordu dize dize. Bazen bir papatyanın dallarına konuyordu henüz sokağa çıkıp birkaç yüz metre ileride kendisiyle sık sık göz göze gelen o ay parçasının yüzüne söylenmeyenler, bazen çöllere atılıyordu köy döşeklerinden yapılma yer yatağındaki tavanın hisler evreninde gezerken.

   Yaşam ne kadar da tuhaf? Tüm hayalleri köy pınarının yakınındaki düzlükte delicesine yalınayak futbol oynamak, taze labada benzeri otları koparıp içine sakladıkları filtresiz sigaraların keyfinde adam olma yolunda koşmak, gere karanlığında korku öyküleri anlatıp evin yolunda nefes nefese kalmak üçgenlerinde gezen bir çocuk yalnızca bir bakışla bu hale gelebilsin. Kendine kapalı olan hislerinin ruhunun her köşesinde isyanlara kalkması bir güzelin gözlerinin ortasındaki yıldız yansıması bir gecede. Ne kadar tuhaf. Aynı köyün, aynı yolllarında, aynı akşam serinliği çocuk oyunlarında farklı bir bakış atmak. Yüzün kızarması zaten aşikar, ruhunda şimdi yangınlar.

   Bir de öteki tarafı var bu işin, Fatma; sokakta oynayan çocuk tarafından kaçan kitap kurdu yanıyla, olgun, büyük hisleri-düşleri-fikirleri olan köyün uzaylı kızı.. O kadar yabancı bir havası vardı ki yabancı bir havayla köyün berrak sularında şehirli karartıları kavuşabildi birkaç bakışla. Ne zaman akşam olsa, tüm köy yazı kalabalığı rafa kaldırılsa, çocuklar sokaklara doluşup her sokağın belli bölümlerinde oyun grupları oluşsa gözlerinin ucuyla arar olmuştu İsmail'i. Özellikle o gün, aradığını bulacaktı.


    İsmail hayallerindeki yemyeşil futbol sahasına kavuştuğuna sevinmedi bu kez köy tatilinde, çünkü ne zaman maç olsa o sıra kızlar sokakta oynuyor olur ve İsmail utangaç bir ruh haliyle yanından geçip gitmek zorunda kalıyordu. Tatilinin başlarında Fatma'yla birkaç kez göz göze gelip aklındaki aşk çığlıklarını dizelere dökecek kıvama gelmişken yine bir akşamüst futbol maçına davet edilip her ne kadar istemese de yola koyuldu İsmail, birkaç ev geçtikten sonra hafif kavis alan yolda yolun kıyısındaki büyük bir kütükte oturan kızlara görünmemek için ağır ağır eski çeşme binasının arkasına saklanarak ilerledi. En nihayetinde zorunlu olarak yolun ortasına çıkıp kendini yürürken nasıl gizleyebileceğine dair tek yöntemi başını öne eğmekti, güneşe aşık ve fazla güneş almış bir çiçek gibi. "Maça mı?" dedi incecik ama derinden bir ses, gülen birkaç yüz ama onların ortasında sorunun sahibi bir cennet aynası vardı, insanın yaşamında zamanı bükebildiği o yavaş yavaş ilerleyen zamanların birinde dönüp Fatma'ya baktı. "Evet. Yine maç var." buruk bir tonta olabildiğince gülümsemek ne zordu? Tamı tamına 26 adım daha atması gerekecekti köşe başından kaybolup arkasındaki fısıltılar, gülüşmeler, kikirdemelerin üzerindeki hortlama etkisinin sona ermesi için, saymıştı.

   O maçta aklı yol kenarında naif yüzüyle yolun ucuna doğru gizli gizli bakan yüzü çok net bir şekilde aklında canlandırabiliyordu, ta ki ayağının tabanına yediğini sert bir darbeyle yere yığılasıya kadar. Arkadaşı Ümit yalınayak futbol oynarken kendi krampon kadar sert ayakkabısının tabanına vurduğu darbeyle nasıl oluyor da bu kadar acı çektirebiliyordu, maçın bitişi ardından iyiden iyiye acıyan tabanıyla tek ayak eve dönmüştü, hem de acısına rağmen aceleyle yürüse bile kızlar artık sokakta yoktu. Eve gelip kendini yatağına attığında hangisinin baksın olduğuna henüz karar veremiyordu: ruhani güzellikte bir yüzü görememek mi yoksa ayak tabanında şişmekte olan etler mi?

   Kapıdan aniden annesi girip "Hadi oğlum, sana Fatmalara gideceğiz dedim ya?" serzenişinde bulunduğuna yaptığı o büyük hatanın farkına varmıştı. Hiç hazırlık yapmadan, iki sayfa bir şey yazmadan (evet, maalesef o zamanlar henüz kısa değildi mesajlar, aksine uzun uzun kağıtlara yazılırdı). Evden bir hışımla çıkıp annesinin peşine seke seke takıldığında, heyecan ve telaşla üzerindeki tişörtü bile ters giydiğini anlaması için misafirlikte çocuklara ayrılan odada kızların birkaç gülümseme üstüne "sırtında bir şeyler yazıyor" demesi gerekecekti.

   O gece, o misafirlikte, o ayak ağrısı ile tüm ağrılarının dinebileceğini kimse bilmez, bilemezdi. O akşamın bitiminde, o yıldızlı parlak köy serini gecede tüm sevda ağrılarının başlayacağını da o bilmiyordu. Elbette en büyük aşklar büyük sözlerle başlamaz, büyük utangaçlıklardır en güzel sevdaları köy tozuna bulayan, üzerine yağmur yağsın o çok meşhur yağmur sonrası buram buram koksun diye. Diğer bir ifadeyle, aşk yağmur sevda un olmuş köy tozudur. Gizem, Fatma'nın kuzeni, hızla kenara çekti İsmail'i eve dönerken avlunun karanlığından faydalanarak, "Al şunu, görüşürüz birazdan." diyerek geçiştirdi. Hızla elinize kabarık bir mektup geçerse ne yaparsınız? Hangi bankadan geldiğine bakarsınız bu devirde. Birkaç köy yumurtası çocukluk geride ise o mektup yazının icadının tekrar kutlanıldığı kutsal bir gün, kağıda dönüşmek için eriyen bir ağacın gözünden süzülen kristalize bir damla gibidir. Ne el dokunabilir ne gözde onu aydınlatacak fer. Dünyanın en saçma cümlesini kurmak için biçilmiş kaftandır aşkın saflığı "Ne yapçam bunu ben?" diye fısıldarken şaşkın bir çocukluk. Şaşkınlığın ne kadar tatlı olduğunu bilemeyecek kadar şiddetli cümleler kurabildiğimiz dönemlerde çok iyi etüt ediyoruz bunu halen.

   Eve varasıya kadar elbette adım sayacaksın, 140 kadar. Elbette her geçtiğin sapsarı ışığın altında saklayacaksın en değerli varlığını. Korkacaksın hatta! Görürlerse diye. Hayattaki maddi manevi ne kadar değer varsa, yeniden yazacaksın listelerin alt üst. Şimdilerde gece kokan melisalarını doldurduğun odasına ilk girişindeki o koku işte o mektuba süzmüşlerdi tarlarının tamamını. Mektubu açınca anladı İsmail. Orada yazacak her cümle keder değil kaderdi, her özne ben değil bizdi. Köy tatilinin en güzel yanıdır, yorgun argın gece odana çekildiğinde büyükannenin ellerinden çıkmış kocaman yorganların altında sıcacık uyuyadalmak. Evet, köyde yazın yorgan örtecek kadar üşürsün. İsmail ilk kez yorganını üzerine çekemeyecek kadar soğuğa duyarsız, bedeninde yeni yanardağlar, gözlerinde heyecandan örülme birer güneş.


     Üç tam sayfa vs vs vs. Evet üç tam sayfa saçma sapan hikaye. Üç tam sayfaya böler adamın yüreğini, gözlerinden üç tam şelale akıtacak kadar uzakta kalır şimdilerde, üç tam sayfalık bir merhabanın ta kendisi. Mektup bittiğinde (belki de yedinci kez) o güne kadar hiç ihtiyaç duymadığı saatini çantasında deli gibi ararken birkaç dakikalık gecikme.. Hayatta geç kalınacak birçok iş günü, sabah dersi, gereksiz görüşme, buluşma, didişme, uyku yarısı vardır ama bu kez değil. Koşarak gitti 140 adımlık yeri, ayağı hala şiş bilmem anlatabildim mi.

    Tam da kocaman bir kapının karşısında durup üç yollu bu çatalda kim var kim yok yoklaması ardından geri geri çekildi İsmail. Geri çekilde yüklesen yol rakımından istifade karşıdaki duvarlar alçalıyor hemen duvarın arkasındaki bir pencereden yansıyan ışıkta yıldızlar kayıyor, nebulalar renkten renge giriyor, güneş patlamaları yeniden yazılıyordu. İnsan olgun yaşamına o kadar büyük bir büyük patlamadan başlıyor ki, evreninin büyüklüğü, sevdalarının büyüklüğü ve sonsuzluğu bu minicik ışık huzmesi, bir başka insanoğlunun tekelinde. En son yolun karşısındaki duvara yaslanıp bir adım daha duvar dibindeki uzun kütüğün üzerine atıldığında mektupdaki o "Gel buraya şu saatte.." cümlesindeki tüm harfler duvarın hemen üzerinden ileride duran pencerenin kıyısında kollarını kavuşturmuş hüzünle bakan bir kızın aklında soru işareti halinde. "Acaba ayağından ötürü mü gelmedi sence?" sorusu için yan tarafa dönen ağrımış boynunu ovuştururken kocaman bir gülümseme ile "Şimdi bir daha bak!" diyen kocaman bir dostluk öyküsü sevda. Bulaşana ayrı dert, bulaştırana başka bir seda..

   Kendisini gördüğü anda ortadan kaybolan yüzler ve saniyelerce boşu boşuna sallanan perdeler. Hüzün işte bunun neresinde, şaşkınlığı dışında. Birkaç şaşkın adımdan sonra aralanan kocaman kapıların ardından "Gelsene.." fısıltısında denizden karaya nasıl bir meltem estiğini hissetmek inanın imkansız, ne koylara gömdü de İsmail dualarını hala bulamadı o esintiyi yıllar sonra. Orada o yıldızların gölgesinde serinleyen iki deli yürek, günlerce gecelerce, aylarca ve senelerce o kapının aralığından sızan bir sevda gibiydi, geceleri gündüzen sıcak, karanlığı aydınlıktan parlak, gözleri hiç olmadıkları kadar anlamlı kılıp bu mektubun üzerine büyük bir mühür vuran yüce bir padişah edasıyla. 


    O gece, Haziran 21 gece saat 2'de! İki dal gül kırdı İsmail ve Fatma. "Bunlar biziz, solacağız belki de ama şu an itibariyle sen pembe ben kırmızı." Aynen böyle demişti Fatma, giderken elindeki gülü alıp "Bırak da bunları dikeyim bahçeme, belki de bizden sadece onlar kalır geriye" diye bitirmişti ilk gecelerini İsmail. Evet, ertesi gün saatlerce bahçenin ortasında geçen yolun iki yanına biri koyu kırmızı biri açık pembe iki gülü dikmişti İsmail. Elbette, onlar soldu gitti gençliklerinin yetemediği karanlık kişilerin eliyle. Mutlaka kuruyup gittiler bazen, umutsuzluktan doğan sıfırın altındaki yalnızlıklarda. Hep bahar geldi, onlar hep rengarenk, hangi yıl-hangi isim olduğu önemli değil önemli olan o gün ki sevebildiler yaşamayı, onlarca sene sonra hala "seviyorum" dilebilecek kadar uzakta kalabilip o kadar yakında yeşermeyi. Solmayan birer gül gibi. Evet tam da on iki yıl önce...

   Bugün günlerden Pazar on iki sene sonra, gece sabahın altısında kolunda bir gül dikeni çizikle gözyaşlarına boğulacak kadar çok yaşadı o güller. Kök saldılar, kara boğuldular, seller atlattılar, budandılar, kurudular, yeşerdiler, sevdiler, koparıldılar, öldüler yine dirildiler ama her geçen sene daha sağlam, daha gür, daha güçlü ve daha anlamlı bir şekilde. Solmayan iki gül onların adı. Şimdilerde ne İsmail var o bahçede, ne Fatma aynı pencerenin kıyısında; ne yollarda oynayacak kadar toz var, ne yağmur olup yağıyor sevdalar; ne mektup kaldı okuyacak, sadece birkaç melisa çiçeği dışında sadece biraz daha adamlık satacak sigara dışında yok oldu kokular. Sadece büyümeye devam eden bir boşluk onların yarattığı evren kaldı geriye, birinin adı Samanyolu biri Ayçiçeği Gökadasından hallice.

   Eğer bunu okuyacak kadar çocuk, inanacak kadar şapşal ve gökyüzüne hayran olacak kadar insansanız, çıkın koşun yıldızların altında, ne zaman gözleriniz bir başka güzele takılsa gidin bir gül-ağaç dikin hiç terk etmeyeceğiniz mekanlara. Sizdeki tazelik solsa da, duyguların saflığı kaybolsa da ne zaman o ağaçlar çiçek açsa, ne zaman güllerin dikenleri size geçmişteki pembe düşleri hatırlatsa "İyi ki!" diyeceksiniz, keşkeler varsın dursun bir tutam viski tadında. Hepimiz solacağız, toprak olacağız da diktiklerimizle hissettiklerimiz yeşerecek dünyanın varolduğu tüm nesiller boyunca. Bırakın sevin siz, onlar ağaç kessin siz dikin. Bırakın aşık olun siz, onlar ancak betonları sever hepitopu birkaç bin yıllık mabed olurlar en fazla. Bırakın gönlünüzün hatadan korkan dallarını dağılsın gölnüzün bahçelerine, çünkü herkesin içinde bir çocuk var hala güller kadar inatçı konu ölüp ölüp yeniden doğmaksa, gizlemenin anlamı yok inatla. Kimse inanmasa da-bizler de dahil-güller şahit bazı aşklara, kimlerin üzerlerinden ne kadar romantik yalanlar söylediğine aldırmaksınız.

'Meo - 2014

Son DüzenlenmePerşembe, 05 Mart 2020 01:21
(0 oy)
Okunma 17065 defa
Yorum ve görüşleriniz değerlidir. Facebook hesabınız ile yorum yapabilirsiniz.

Bu kategoriden diğerleri:

MeoÖykü - En Gerçek Masal »
X

Sağ Tıklama

Sağ Tıklama ve Kopyalama Sitemizde Engellidir.